Ahlâki ve hukuki bir sorun olarak anadilde eğitim

Kürtlerden gelen anadilde eğitim-öğretim talebi “Türkler” arasında yaygın bir hoşnutsuzluğa sebep oluyor. Hoşnutsuzluk bazen talebin kategorik olarak reddi biçiminde kendisini gösterirken, bazen da prensip olarak reddetmeyip meselenin konuşulabilir veya tartışılabilir olduğu söylendikten sonra getirilen kayıtlarla aynısı dolaylı olarak yapılıyor. Bu ikinci gruptakileri bazıları “anadil öğretimi olabilir ama ana dilde eğitim kabul edilemez” diyor, bazıları da meselenin teknik yönlerinin “iyi düşünülmesi” gerektiğini söylüyorlar. Tabii, bu “iyi düşünülmesi gereken” yönlerin başında, kendi anadilinde öğrenim görmenin Kürt çocukların hayata hazırlanması bakımından bir dezavantaj teşkil edeceği iddiası geliyor.

Oysa, ahlâki dürüstlük Türklerin şunu söylemesini gerektirir: “Anadilinde öğrenim görme talebi elbette meşru bir taleptir. Nasıl ki Türklerin çocukları kendi anadillerinde öğrenim görüyorlarsa, aynı şekilde Kürtlerin çocukları da kendi anadillerinde öğrenim görebilmelidirler.” Bütün insan hakları iddialarını bir an için bir yana bıraksak bile, bunu söylemek dürüstlük ve ahlâki tutarlılığın gereğidir. Çünkü, kendi çocuklarının Türkçe öğrenim görmesi kendisine çok doğal gelen bir Türk eğer Kürtlerin benzer talebine karşı çıkıyorsa, o zaman o aslında şunu demiş oluyor: “Kürtler bana/bize tabi olsunlar.”

Türkiye’de Kürtçe ile eğitimin Kürt çocukları bakımından bir dezavantaj oluşturacağı iddiası ise, çoğu durumda, bu reddin kamuflajından ibarettir. Çünkü, Türkler dışındaki topluluklara mensup yurttaşlara anadilde öğrenim görme hakkının tanınması, Türkçenin eğitim-öğretimden dışlanmasını zorunlu kılmaz. İlgili mevzuat, kendi anadillerinde öğrenim görme hakkı pozitif olarak tanınan yurttaşların Türkçeyi de öğrenmelerine, hatta isterlerse onu öğrenim dili olarak seçmelerine imkân verecek şekilde pekalâ düzenlenebilir. Yeter ki, bu meselede iyi niyetli olunsun ve dürüstçe davranılsın.

İfade özgürlüğünün kapsamı

Meselenin uluslararası düzeyde tanınan insan haklarıyla ilgili yanına gelirsek, ilk olarak “anadil öğrenimi” hakkı ile “anadilde öğretim görme” hakkını ayırmak gerekir. İlkinde, devletin genel eğitim-öğretim sistemi içinde “resmi dil”den farklı bir dili konuşan topluluklara mensup çocuklara kendi anadillerinin öğretilmesi, ikincisinde ise eğitim-öğretimin bu grupların kendi anadillerinde yapılması söz konusudur. Gerçi her iki talebin kabul edilmesi de ulus-devletlerin doğasına pek uygun düşmez ama yine de ilk talep onlara ikincisine nispetle daha az itici gelebilir.

Kendi anadilinde öğrenim görme hakkı uluslararası insan hakları belgelerinde tanınan klâsik “sivil” haklardan türetilebileceği gibi, doğrudan doğruya bu hakkı tanıyan uluslararası hak belgeleri de vardır.

Aslına bakılırsa, bu hakka ilişkin özel antlaşmalar olmasaydı bile, anadilde öğrenim görme hakkının evrensel insan haklarının ayrılmaz bir parçası olduğu pekalâ savunulabilirdi. Bunun için en uygun hareket noktası ise “ifade özgürlüğü” hakkı olurdu. Gerçi gerek BM Sivil ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili hükümlerinin (sırasıyla, m. 19 ve m. 10) ifade özgürlüğü hakkındaki formülasyonları anadilde öğrenimin bu özgürlük kapsamında mütalâa edilmesine pek elverişli değildir,  ama yine de geniş olarak yorumlanması halinde “ifade özgürlüğü”nün kişinin kendisini barışçı olan her şekilde ifade etmesini koruduğu savunulabilir.

Bu hak ayrıca Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin “eğitim hakkı”na ilişkin 13. maddesi çerçevesinde, hem “eğitimin insan kişiliğinin ve onurunun tam olarak gelişmesi”nin, hem de bütün uluslar ve etnik-kültürel gruplar arasında “anlayış, hoşgörü ve dostluğu geliştirecek” bir eğitim verilmesinin de gereklerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Açıktır ki, kişiyi kendi anadilinden başka bir dilde öğrenim görmeye zorlamak onun “insan onuru”nu zedeleyici olduğu gibi, kendisini geliştirmesine de sekte vurucudur.

Dile uygulanan ayrımcılık

Öte yandan, yine Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 26. maddesi Sözleşme’de sayılan haklar bakımından devletlerin “ırk, dil, din ve ulusal köken” farkı gözetmelerini de yasaklamaktadır. Aynı şekilde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de ayrımcılık yasağına ilişkin 14. maddesinde temel haklardan yararlanmada “cinsiyet, ırk, renk, dil, din, …ulusal veya sosyal köken, ulusal bir azınlığa mensubiyet” farkı gözetilemeyeceğini belirtmektedir. Keza, Avrupa Sözleşmesine Ek 12 No.lu Protokol’ün (2000) 1. maddesi ulusal azınlık mensubu kişilerin eşit muamele görme hakkını devletlerin iç düzenlerinde yer alan bütün haklar bakımından tanımıştır. Yine Sivil ve Siyasal haklar Sözleşmesi “azınlıkların korunması” hakkında özel bir hüküm de (m. 27) sevk etmiştir. Buna göre: “Etnik, dinsel veya dilsel azınlıkların bulunduğu bir Devlette, böyle bir azınlığa mensup bulunan kişiler grubun diğer üyeleri ile birlikte toplu olarak kendi kültürel haklarını kullanma, kendi dinlerinin gereği ibadeti etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma hakları engellenmez.” Azınlıklara mensup kişilerin kendi anadillerini sadece öğrenmeleri değil o dillerde öğrenim görmelerinin onların “kültürel hakları”nı kullanabilmelerini kolaylaştıracağında şüphe yoktur.

Eşit şartlarda eğitim

Birleşmiş Milletler düzeyinde bu meselenin daha yakından ele alındığı başka bir belge Ulusal, Etnik, Din ve Dil Azınlıklarına Mensup Kişilerin Hakları Hakkında 1992 tarihli Beyanname’dir. Bu Beyanname’nin 4. maddesi, başka şeyler yanında, devletlerin azınlıklara mensup kişilerin hem kendi ana dillerini öğrenebilmeleri hem de bu dilde öğrenim görmeleri için uygun fırsatlar sağlamak üzere gerekli tedbirleri almalarını öngörmektedir. BM İnsan Hakları Komisyonu da 2001 yılında aldığı bir kararda bu beyannameye de atıfta bulunarak, devletlerin ve uluslararası toplumun azınlıklara mensup kişilerin eğitimden eşit yararlanma hakkı dahil Beyannamede belirtilen haklarını koruyup ilerletmelerini istemiştir.

Meseleye Avrupa Konseyi standartları açısından yaklaşıldığında ise konuyla ilgili iki sözleşme dikkatimizi çekmektedir. Bunlardan birincisi 1992 tarihli Bölgesel veya Azınlık Dilleri Şartı olup, bu sözleşme gerek anadil öğrenimi gerekse anadilde öğrenim görme haklarına ilişkin hükümler içermektedir. Şart’ın 1. maddesinde “bölgesel veya azınlık dili”, “bir Devletin ülkesinde bu Devletin geriye kalan nüfusundan sayıca daha az olan bir gruba mensup yurttaşların geleneksel olarak kullandığı” ve “Devletin resmi dilinden/dillerinden farklı olan” dil olarak tanımlanmaktadır.

Türkiye’de Kürtler resmen-hukuken “azınlık” konumunda olmamakla beraber, Kürtçenin bu sözleşmedeki anlamda “bölgesel dil” olduğu açıktır. Şart’ın 7. maddesine göre, taraf devletlerin bölgesel veya azınlık dilleri bakımından izlemeleri gereken ilkeler arasında bölgesel veya azınlık dilinin uygun olan tüm aşamalarda “öğretilmesi ve araştırılması” için uygun araçları sağlamak (1.f) ve bu dillerin üniversite ve benzeri kurumlarda “araştırılması ve incelenmesi”ni teşvik etmek (1.h) de yer almaktadır. Aynı sözleşmenin 8. maddesinin muhtelif fıkralarında ise kullanıldıkları bölgelerde bu dillerde okulöncesi eğitim, ilkokul eğitimi, ortaöğretim, mesleki ve teknik eğitim ve üniversite eğitimi sağlamayı, resmi dilin veya dillerin öğretilmesine halel getirmemek şartıyla, taahhüt ettikleri belirtilmektedir.

Demokrasi güçlenir

Şimdi denecektir ki, Türkiye bu sözleşmenin tarafı olmadığı için burada belirtilen (ve belirtilmeyen) yükümlülüklerle bağlı değildir. Bu düşünce hukuken doğru olmakla beraber, Avrupa Konseyi’nin sözleşmenin Dibacesinde burada sayılan hakları “Birleşmiş Milletler Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmes’nde yer alan ilkeler ve Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi’nin ruhuna uygunluğu inkâr edilemez” haklar olarak nitelemiş olması karşısında, Türkiye’nin henüz hukuken değilse de ahlâken -ve ayrıca oportünite gereği- aynı yükümlülüklerle bağlı olduğu sonucuna varmak gerekir.

Öte yandan, Avrupa Konseyi çerçevesinde hazırlanmış olan 1995 tarihli Ulusal Azınlıkların Korunmasına Dair Çerçeve Sözleşme’de de anadille ilgili olarak benzer hükümler yer almaktadır. Nitekim 14. madde azınlık dilini öğrenme ve bu dilde öğrenim görmeyi -yine resmi dilin öğrenilmesi ve resmi dille eğitime zarar vermemek kaydıyla- azınlık mensupları için temel bir hak olarak tanımlamaktadır. Mamafih, denebilir ki, Türkiye henüz bu sözleşmeyi imzalamış ve onaylamış olmadığı için bunun tarafı değildir. Ayrıca, Türkiye bu Sözleşme’nin tarafı olsaydı bile, burada tanınan haklar Kürtler için değil sadece Lozan Antlaşması’nda tanımlanmış olan “ulusal azınlıklar” için geçerlidir. Kaldı ki, Sözleşmede “ulusal azınlık” teriminin tanımlanmamış olması taraf devletlerin buradaki haklardan yararlanacak olan grupları serbestçe belirlemelerine veya terimi başka bir ulusla etnik bağı bulunan geleneksel azınlıklara hasretmelerine imkân vermektedir.

Sonuç olarak şunu söylemek isterim: Kürtlerin “anadil öğretimi” ve “anadilde öğretim” talepleri karşısında “istemezük”çü tutum takınmak ahlâken ve hukuken doğru olmadığı gibi, toplumsal barışa da hizmet etmez. Aksine bu taleplere reddiyeci bir tavırla yaklaşmaktan vazgeçmek hem Türklerle Kürtlerin barış içinde bir arada yaşamalarını kolaylaştırmaya hem de Türkiye’nin demokrasisini sağlamlaştırmaya hizmet eder. Ayrıca, meseleye iyi niyetle yaklaştıktan sonra, bu taleplerin karşılanmasına ve genel olarak eğitim-öğretim düzenine ilişkin teknik sorunları çözmek de kolaydır. Anayasa’nın 42. maddesindeki akıl almaz yasağın kaldırılması için girişimi Türklerin başlatması bu iyi niyetin bir işareti ve bu yolda yapılması gerekenlerin ilk adımı olabilir.

Açık Görüş, Star, 10.10.2010
 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et