Hükümetten “açılım” lafını ilk duyduğumuzda hepimiz çok sevindik. Tüm o içinde olduğumuzu var saydığımız demokratikleşme sürecinde bütün iyimser duygularımızı gözler önüne serdik. Sonunda toplumun iyiliği için mutlaka düzeltilmesi gereken bir irrasyonellikten kurtuluyorduk. Tüm ihtiyacımız olan ilkeli, istikrarlı ve ne yaptığını bilen bir iktidardı. Ona kavuştuğumuzu düşündük. Sanki bir kabustan uyanıyorduk. Uyku mahmurluğumuzu atıyorduk üzerimizden. Şer odakları yeniliyordu.
Sonra inanmak istediklerimizin ve hayalimizdeki Türkler ve Kürtlerin gerçeklerle pek de uyuşmadığını ani bir şekilde fark ettik. Dağdan inen bir grup PKK’lı hayallerimizin statik Türkiyesini bütün çatışan taraflarıyla gözlerimizin önüne serdi. Bir tarafın barış için sevinç gösterisi diğer taraf için gözdağı gösterisiydi. Bir taraf için bahşedilen bir iyilik diğer taraf için acizlik alametiydi. Bizim “mutlu son” için görmezden geldiğimiz, daha doğrusu yok saydığımız sıradan insanların sıra dışı basit duyguları tüm politik iyi niyetleri öldürdü. Politikanın “çözüm” için yeterli olduğunu sandığımızda ancak “çözümsüzlük”ün politikayla gelişebileceğini gördük.
Herkesin tarafları politik arenaya davet ettiği bir ortamda benim politikanın “çözüm” olmayacağını söylediğim sanılmasın. Şu anki durumun bu olduğunu iddia ediyorum yalnızca. Biz radikal bir politik çözüm istedik, bütün haksızlıkları ve ayrıcalıkları ortadan kaldıracak yasal değişiklikler. “Abolitionist” hareketlerde olduğu gibi hemen, koşulsuz, tam bir siyasi eşitlikti talebimiz. Ama hükümet henüz aklındakileri açıklamaya cesaret edemeden sustu, savunmaya çekti kendini. Süreci destekleyeceğini düşündüğümüz Kürt siyasetçiler ise ayrı bir dünyada yaşıyordu sanki. Her sivil konuşmanın altına şiddet tehdidini gizlemeden konuşamaz oldular. Bir şeyler yanlıştı. Beklediğimiz etkileşim kesinlikle bu değildi.
Bu etkileşimsizliğin nedenlerini Adam Smith’in sempati ve tarafsız gözlemci (the impartial spectator) kavramlarıyla daha iyi kavrayabileceğimiz kanaatindeyim. Zira, modern medeniyetin en belirgin özelliklerinden biri, birbirini tanımayan milyonlarca insanın bir arada yaşayabilmesidir. Milyonlarca insan demek milyonlarca farklı amaç, çıkar ve hayat tarzı demektir. Bu hayat tarzı cemaat oluşumlarından temelden farklıdır. Peki insanlık bu şekilde bir arada yaşamayı nasıl başarmıştır?
Smith’e göre toplumun ana çimentosu adalettir. Adaletin kuralları aynı zamanda “davranış kuralları”dır. Onun için asıl soru bu davranış kurallarının nasıl geliştiğidir. Smith’e göre, insanın doğal olarak kendini başkasının yerine koymasını, mağdur edilen kişinin koşullarını kendi koşullarıymış gibi tasarlamasını sağlayan bir hayal etme yeteneği vardır. Bu yetenek sayesinde bireyler başkalarının duygularını ve acılarını hissedebilirler. Smith, insanın bir mağdurun acılarını kendisinde hissedişine sempati der. Başka biriyle aramızda sempati kurabilmemiz yaşadığımız benzer tecrübeler sayesinde olur. Ama başka birisiyle aramızda sempati kurabilmek için illa ki aynı tecrübeyi yaşamak gerekmez. Smith’in “müşterek hayat” (common life) dediği olgu sayesinde başkaların tecrübelerinden yararlanabiliriz. Modern toplumlarda insani davranışların temel güdüleyicisi onay alma, kendini kabul ettirmedir. Uzmanlaşmaya dayalı karmaşık yapılı toplumlarda tanımadıkları üçüncü şahıslara kişinin kendini kabul ettirebilmesi ancak ortak tecrübeler sonucunda ortaya çıkmış alışkanlıklara dayalı anlaşma, sözleşme ve gelenekler aracılığıyla sağlanır.
Smith, sempati kavramından davranış kurallarına geçişi “tarafsız gözlemci” kavramıyla açıklar. Buna göre, her insan bir başkasının durumunu sanki kendi o durumdaymışçasına söz konusu olayı gözlemleyip, bir başkasının koşullarını kendi koşullarıymış kabullenebilir. Buna Smith, kişinin kendini kandırması da diyor. Hiç kimse o kişiyi gözetlemese de kişinin eylemleri kendi vicdanının denetimindedir. Tarafsız gözlemci etik bir standarttır. Bu durumda adalet ya da davranış kuralları tarafsız ilkeler şeklinde açığa çıkar.
Mağduru gözleyen her ne kadar semapati geliştirmişse de bu duygu hiçbir zaman mağdurun orijinal duygusu kadar güçlü olamaz. Bu durumda gözleyen tarafından kabul görmek isteyen gözlenen (mağdur) kendi duygularının gözleyen (tarafsız gözlemci) tarafından anlaşılabilmesi için duygularının şiddetini azaltarak ifade eder. Tarafsız gözlemci vicdanlı bir kalbin yanında güçlü bir akla sahiptir. Bütün bu gözlem süreci bilinçli bir eylem olarak gerçekleşir. Akla sahip bu vicdanlı kalp mağdura soğukkanlılığını kazanmasını ve kontrolünü tekrar ele almasını sağlar. Smith’in “sükunet” (tranquility) dediği durum bu karşılıklı etkileşimin bir sonucudur.
Şimdi Smith’in teorisi ışığında Kürt meselesine baktığımızda gözümüze çarpan önemli bir gerçek var: Biz henüz bir toplum olabilmiş değiliz. Özellikle milliyetçi fikirlerin gölgesi altında kalan Kürt sorunu, asıl büyük problemi, yani toplum olamama durumumuzu bizlerden gizliyor. Adaletin ilkeleri taraflar arasında sağlanamamış, çünkü taraflar arasında her hangi bir sempati ilişkisi kurulamamış. Bebekliğinden beri milliyetçi bir mithos ve iç-dış düşman tehdidiyle yetişmiş milyonlarca Türk, sokaklara dökülüp önüne gelen her şeyi yıkıp, deviren bir kalabalığa hiçbir anlam veremiyor. Koşullarını ve çektikleri ızdırabları hiçbir şekilde anlamayan bir toplulukla karşı karşıya gelen Kürtler, karşılarından hiçbir onay ve kabullenme beklentisine girmiyorlar. Bir tarafın acı ve katışıksız mağduriyet duygusu kendini olanca şiddetiyle ortaya koyarken, diğer tarafın vicdanı karanlığa gömülüp, akla veda ediyor.
Milli eğitim sisteminin tornasından çıkmış bir Türke, ana dili yasaklanmış, kültürel kimliği yok sayılmış, köyü basılıp ailesi dağıtılmış, göçe zorlanıp, şehirlerde her türlü pis işi yapmak zorunda bırakılmış bir Kürtün yerine kendisini koymasını istediğimizde, hayal gücünü bu tarz bir sempati girişimi için hiç zorlamadığını fark edecektir. Anlatılanlara inanmayacak ve “yalan” diye haykıracaktır. Bütün yaşanan acıların sorumluluğunu Kürtlerin doğasına atfedecektir. Bir Kürde şiddetin, yıkımın, nefretin, uzlaşmaz tavırlarla duygularını en sert şekilde ortaya koymanın hak arayışında geçersiz, etkinsiz bir yol olduğunu söylediğimizde, “tek yol devrim” diye feveran edecektir.
Smith, Ahlaki Duyular Teorisi’ni yazdığında İskoçya çoktan Birleşik Britanya Krallığı’nın bir parçası olmuştu. İskoçlar artık kendilerini birer “Briton” olarak görmekteydiler. Bu birleşme İskoçya’yı kendi içine kapalı, sanayileşmeyi ıskalamış bir ülke olmaktan çıkartıp hızla modernleşen ve dünyanın vazgeçilmez bir parçası olan bir ülke haline getirdi. Başlangıçta horlanan İskoç kültürü, özellikle ticaretin, üniversitelerin ve kültürel hayatın canlılığıyla İngilizler karşısında onlara eşdeğer bir önem kazandı. Hatta, İngilizlerin, büyüyen imparatorluklarının yozlaşan yapısını İskoç entelektüellerinin yardımları sayesinde düzelttiklerini iddia etmek abartı olmayacaktır. Büyük Britanya’da hakim dil İngilizce olmasına karşın, İskoçların kendi kültürlerini yaşayıp, geliştirmeleri birleşmeden sonra çok daha hızlı olmuştur. Öyle ki, İskoçya’nın felsefe, edebiyat, tıp ve teknolojide gösterdiği eşzamanlı başarılar modern dünyanın şekillenmesinde hayli etkili olmuştur.
Bugün bir Türkiye toplumu yoktur. Bunun yerine etnik, siyasi ve dini temelde çatışan farklı cemaat toplulukları vardır. Bu çatışmaların sadece siyasi bir iradeyle çözülebileceğini sanıyorsak entelektüel bir tembelliğe düşmüşüz demektir. Siyasi iradenin başarılı olabilmesi için bu talebin toplumu oluşturan insanlardan gelmesi gerekmektedir. İki yüz yıldır içine düştüğümüz tepeden inmeci modernleşme paradigmalarını yıkmalıyız. Hükümete yapamayacağı işlerin sorumluluklarını yüklemeyin. Kürt meselesinin çözümü ancak Türklerin bunu talep etmeleri ve Kürtlerin de Türklerden kabul görmeyi istemeleri sayesinde sağlanabilir. Türklerin böyle vicdani bir talepte bulunabilmesi ise ancak sağduyulu-iyi enforme edilmiş tarafsız gözlemcinin ortaya çıkmasıyla mümkün olabilir. Bunu başarabilmek için, yani Türklerin gönül gözlerini ve akıllarını açabilmek ve Kürtlerin kaybedecek bir şeyleri olduğunu anlamalarını sağlayabilmek için, geniş bir reform hareketine ihtiyaç duyduğumuz açıktır. Bu reform hareketinin amacı, şüphesiz bireysel hürriyetleri en yüksek seviye çıkartmak olmalıdır. Bu da, eğitimden piyasaya, yargıdan basına kadar pek çok temel alanda ciddi değişiklikler içermektedir. Ancak bu kapsamlı reformlar sayesinde Kürt meselesi karşısında kararlı bir hükümete sahip olabiliriz.