Öncelikle belirtmekte fayda var. Bu satırlar bir edebiyat yazarının elinden çıkma değil. Bir ekonomistin veya bir siyaset bilimcinin elinden çıkma da değil. Bu satırlar bir bilgisayar yazılımı kullanılarak tuşlar aracılığıyla adına harf dediğimiz sembollerin çocukluğumuzda öğrendiğimiz kodlara uygun hale getirilmesiyle hazırlanmıştır.
Matrix filmi -özellikle ilk film- sinemada birçok şeyi değiştirdiği gibi düşünce yapılarımızda da bazı şeylerin değişmesine ve sorgulamaya başlamamıza sebep olmuştu. Acaba beynimiz gerçekten bir simülasyonun içinde miydi? 1999 yılındaki internetin ve dijitalleşmenin başlangıcı ile teknolojik inovasyonun eşiğinde olduğumuzu düşündüğümüzde bu kaçınılmaz bir durumdu. İnsanların pil olarak kullanıldığı tarlaları gördüğümüz sahnede, hiç unutmam, o zaman filme birlikte gittiğimiz arkadaşım ve tüm salon bir anda perdeye ağzımız açık baka kalmıştık. İnsanların makinelerin ihtiyaç duyduğu enerjiyi elde edebilmek için pil olarak insan tarlalarında kullanılması, beyinlerinin bir simülasyon içinde “özgür” yaşaması fikri hiç uzak gibi gelmemişti. Üzerinden 20 yıl geçtikten sonra çekilen devam filmi ile birlikte bugüne kadar Matrix hakkında ortaya atılan tüm teoriler yine konuşulur oldu. Bu sefer sorgulatmadı, acaba dedirtmedi, çünkü birer “pil” olarak “makinelerin” ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağladığımızın inkâr edilemez bir gerçek olduğunu ve bundan uyanmanın bir yolunun olmadığını anlayalı çok uzun zaman olmuştu.
Bir pil olarak hayatımızı geçiriyoruz. Belki bir simülasyon içinde değiliz -ya da içindeyiz bilemeyiz- bedenlerimiz de beyinlerimiz de kısmen “özgür”, fakat insan tarlalarında olmadığımızı söyleyemeyiz. Belki biraz saçma ya da belki biraz aptalca gelebilir. Devleti bir makine olarak düşünürsek bizlerin o makineye enerji sağlayan piller olduğumuz çok açık. Matrix’te olduğu gibi “gönüllü” olarak o makineye çalışıyoruz. Nasıl mı? O zaman Matrix’e bağlanalım ve bunu hep birlikte görelim. Tabii Baudrillard’ın simulakr’ı ile.
Hayatının hiçbir döneminde bir araba merakı olmayan birini düşünelim. Sıradan bir insanın ulaşmasının imkânsız olduğu ya da milyonerlerin ulaşabileceği şeylere merak duymayan biri. Sıradan, içinde biraz teknoloji barındıran şeylere ilgi duyan biri. Oyun konsolları, bilgisayarlar ve niceleri. Bir türlü kurtulamadığımız pandemi dolayısıyla hareket kabiliyetini daha güvenli hale getirmek için otomobilin bundan sonraki yaşamında ihtiyaç olduğunu hisseder. Aylarca araştırmalar sonucunda otomobil fiyatları hakkında çok şey öğrenir. Fakat her seferinde karşısına ÖTV denilen irrasyonel bir “yazılım” çıkar. Anladığı şey, otomobil onun değil devletin ihtiyacıymış ki ne zaman almak istese öncelikle devlete iki tane otomobil alması gerektiği olur. Araştırmaya devam eder. Düzenli olarak piyasaları takip eder. Sıfır araçlardan ikinci el araçlara kadar tüm piyasayı öğrenir. Sonra ne mi olur? Ne zaman birine niyetlense bir hafta sonra devlet denen makinenin daha çok enerjiye ihtiyacı olduğunu öğrenir.
Evde kapalı kaldığı günlerde vakit geçirebilmek adına oyun konsolu almak isteyen bir başka kişi… Yine araştırır ve öğrenir. Ne mi olur? Yine ondan çok devlet denen makinenin daha çok ihtiyacı olduğunu öğrenir. Cep telefonu bozulduğu için yenisini edinmek ister. Her birini inceler. “Uzun ömürlü”, sağlam ve verilen paraya değecek bir şey olsun ister. Yine ne mi olur? O telefona kendinden çok devletin ihtiyacı olduğunu öğrenir.
Bu kişisel yaklaşımlar bir stereotip oluşturuyor aslında.
Bunun gibi daha niceleri var. İnsani heveslerin yanında artık en temel ihtiyaçlardan olan birçok şeye bizden çok devletin ihtiyacının olması çok garip değil mi? Zaman ve bilgi satılarak kazanılan aylık maaşlar için bile ay başlarını devletin daha bir hevesle beklemesi garip değil mi? Zaman ve bilgi satılarak 30 günde bir edinilen kazançtan hiçbir katkısı olmadığı halde pay istemek garip değil mi? Yediğimiz içtiğimiz şeylerden, evimize aldıklarımıza kadar pek çok şeye bizden çok devletin ihtiyacı olması ve bunları bizden zorla alması bizi bir pil yapmıyor mu? Tabii bunlar en basit örnekleri. Tüm bunlar 1999 yılında yaptığımız o sorgulamaların tam içinde olduğumuzu göstermiyor mu? Hepimiz bir pil olarak makinenin enerjimiz için yerleştirdiği insan tarlalarındayız. O yüzden artık “acaba bir simülasyon içinde mi yaşıyoruz?” ya da “Matrix nedir?” sorusunu sormak zaten cevabını bildiğimiz şeyler. Evet, hepimiz Matrix’te yaşıyoruz ve kırmızı haplar sadece filmlerde işe yarıyor.
Yeni filme gelecek olursak eğer… Madem o kadar andık bahsetmek gerekir. Film iki parçadan oluşuyor aslında. İlk kısmında yine bir makinenin daha fazla enerji isteği karşısında bir pil olan yönetmenin alenen isyanını izliyoruz. Tabii içinde yönetmenin kişisel yaşantısından kaynaklanan disforik betimlemeler yok değil. Fakat asıl önemli olanı yönetmen makineye hikayenin 3. Filmle bittiğini söylemesine rağmen filmin daha fazla enerji için yeniden üretilmesinin istendiğini söylüyor bize. İkinci parçasında ise zaten bitmiş olan bir şey ile çok uğraşmanın güzel olanı nasıl berbat bir hale getireceğini gösteriyor. Tabii daha farklı birçok okuma da yapılabilir fakat konumuz değil.