“Eğitim meselesi bugün ülkenin önemli sorunları arasında yer alıyor” dediğinizde, kimse size itiraz etmeyecektir. Lakin meseleyi “resmi ideolojinin eğitim aracılığıyla aktarılması” sorununa getirdiğinizde, ne yazık ki eğitimde herhangi bir sıkıntı hissetmeyenlerin sayısının bir hayli kabarık olduğunu göreceksiniz. Türkiye’de en iyi eğitimin devlet tekelinde, tek bir ideoloji doğrultunda ve merkeziyetçi bir yöntemle verilebileceğine dair oluşan bir kanaat çok yaygın. Bu çerçevede, örneğin MHP ve CHP gibi muhalefet partileri de mevcut eğitim sisteminin yapısından hiç rahatsız değil. Yıllarımı bu yöntemin yanlışlığını anlatmakla geçirdim. Eğitim, bireysel insan gerçekliği çerçevesinde ele alınması gereken, dolayısıyla aynı zamanda bir insan hakları meselesidir. Ne var ki yapılan bazı önemli reformlara rağmen eğitimin hâlâ temel insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde ele alınmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Hakkını yemeyelim; AK Parti hükümet olduğu günden beri eğitimin temel sorunlarına dönük ciddi adımlar attı. 1924 yılından beri okullarda okutulan ve müfredatını TSK’nın hazırladığı, hocalığını da üniformalı subayların yaptığı Milli Güvenlik Bilgisi ders kitaplarını kaldırdı. Aynı şekilde, Mussolini ve Hitler rejimlerinden aşırılarak 1930’lu yıllarda yazılan “Andımız” adlı ultra-ırkçı yemin metni de bu dönemde kaldırıldı. Gayrimüslim okullarına yapılan yardımlar da, 28 Şubat’ta yine askerler marifetiyle sırf imam hatip okullarını engellemek için yürürlüğe sokulan katsayı adaletsizliğinin sona erdirilmesi de bu döneme nasip oldu. Kıyafet düzenlemeleri, başörtüsü serbestliği, Kürtçe seçmeli dersler ve Aleviliğin müfredata girmesi gibi bazı ilkler hep bu dönemde yaşandı.
Öğretmen atamaları, bedava dağıtılan kitaplar, açılan derslikler ve MEB’e ayrılan devâsâ bütçe bu yazının konusu olmadığı için üzerinde durmuyorum. Sorunumuz, resmi ideolojinin toplumun tüm kesimlerine eğitim aracılığıyla dayatılması sorunudur. Geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan “Eğitim ve kültür alanında hedeflediğimiz noktaya ulaşamadığımız için üzgünüm” dedi. 1924 yılında yürürlüğe sokulan Tevhid-i Tedrisat kanunu çerçevesinde tanzim edilen mevcut eğitim sisteminden, açıkçası çok şey beklememek gerekir. Hele 2023’ü hedefleyen ve her geçen gün bölgede daha aktif rol oynamaya başlayan bir Türkiye’ye, böyle bir eğitim sistemi dar gelmekte. Bu bakımdan eğitim meselesine daha geniş bir perspektiften bakmak durumundayız.
Çözüm sürecinin başladığı yıllarda bir kitap kaleme almıştım. Bu kitapta, yıllardır çatışmalı ortamı sona erdirip Türk-Kürt ittifakını/dostluğunu/birlikteliğini tesis etmek için gayret sarf eden bir ülkenin okullarında okutulan ders kitaplarında, Kürt kelimesinin hâlâ tek bir yerde geçtiğini dikkat çekmiştim. Oysa tam tersi olmalıydı… Malazgirt’ten bu yana sürdürülen bin yıllık birlikteliğin, ittifakın ve dostluğun ayrı bir ders kitabı olarak yazılması ve okutulması icap ederdi. Tek Parti döneminde birbirinden uzaklaştırılan farklı kesimlerle yaşanan tarihi dostluklar çocuklara miras olarak aktarılmalıydı. Bu olmadı. Çünkü eğitim 1982 Anayasası’nın 42. maddesinde ifade edildiği gibi, Atatürkçü, milliyetçi ve laik resmi ideolojiyi özümseyip içselleştirmiş ve itaat etmiş bireyler yetiştirmek için işlev gördü. Tam da bu noktada eğitim, anayasal bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Yeni anayasanın gündeme geldiği şu günlerde, MEB yeni anayasa sürecine ne kadar hazırlıklı diye bir soru sormuştum. Eğitim hayatını 19.yüzyıl dünyasına mahkûm eden bu anlayış yeni anayasada nasıl şekil bulacak? Milyonlarca öğrenci ve aile bu sorunun cevabını bekliyor.
Bugün eğitim özgürlüğünün önündeki en büyük engelin başta Tek Parti döneminin ürettiği tek tipçi zihniyet olduğu konusunda hemfikir isek, işimiz kolay. Her darbe döneminde yinelenen bu zihniyet, son yıllarda her ne kadar kırılmaya çalışılsa da hâlâ varlığını devam ettiriyor. Mevcut anayasanın eğitim ve öğretim hakkını tanzim eden 42. maddesi “Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz” der. Ve “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” diyerek de bitirir. Türkiye’deki temel eğitim anlayışının özetlendiği bu maddelere bakıldığında ilk göze çarpan unsur, eğitimin tek tip bir ideolojiye mahsus olduğudur. Oysa tek tipçi bir düşünce anlayışı bireyin seçme hürriyetini ortadan kaldıran, dolayısıyla bireyi tercihleriyle baş başa bırakmayan bir düşünce biçimidir. Seçme iradesi elinden alınan, tercihlerine, zevklerine, düşüncelerine, inançlarına ve dillerine önem verilmeyen bireyleri bu yollarla teslim alan bir eğitim anlayışında, doğal olarak bireyin özgürlüğü ve özgünlüğü zedelenecektir. Daha da vahimi, çocuklar özgürlüğün değerinin farkına varamadan yetişkin olacaklardır. Bu da ciddi bir insan hakkı ihlalidir ve eğitim özgürlüğünün önünde bir engel teşkil etmektedir.
Türkiye’de eğitim, standart müfredatı ve yöntemi ile tek merkezden yürütülen bir faaliyettir. Devlet merkezli bir eğitim anlayışında bireyler, ne yazık ki tek tip bir düşünceye bağlı ve bağımlı olarak yetiştirilir. Bu bakımdan, eğitim birliğini öngören Tevhid-i Tedrisat yasası bugün eğitim özgürlüğü açısından bir sorun olarak değerlendirilmelidir. Ömer Çaha “Modern Dünyada Eğitim Sorunu” adlı makalesinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na göre bir toplumun ihtiyaç hissettiği din adamını, meslek adamını, askerini, sanatçısını, bilim adamını, kültür adamını, kısacası tüm alanlarda ihtiyaç duyduğu insan gücünü sadece Millî Eğitimin yetiştirecek olmasını vahim bir durum olarak değerlendirir. Ve bu yasanın sivil toplumu ve demokratik kültürü zedelediğini ifade eder.
Neler yapılmalı?
Türkiye’de kimsenin mali durumu, görüşü, dini, ırkı, mezhebi vs. dikkate alınmadan herkesten toplanan vergilerle sağlanan eğitim hizmeti, ne yazık ki sadece belirli bir kesimin (Kemalistlerin) işine yarayacak türden bir faaliyet olarak sunulmaktadır. Bir tek görüşün hâkim olduğu ve herkesin aynı potada eritilmeye çalışıldığı bir eğitim sistemi her şeyden evvel insan hakları çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu anlamda eğitim özgürlüğü adına bazı çalışmaların yapılmasında yarar vardır. Eğitim birliğini öngören Tevhid-i Tedrisat yasası, yüksek teknolojinin hızla geliştiği bir dünyada bu hızı yakalamakta yetersiz kalmaktadır. Bu bakımdan toplumun ihtiyaç hissettiği gerek meslek adamını ve gerekse din adamını kendi bildiği yoldan, kendi açacakları okullarda yetiştirmesinin önü mutlaka açılmalıdır. Ve bu yasa artık kaldırılmalıdır. Eğitimde ebeveynin rolü de üst düzeyde olmalıdır.
Türkiye’de yaşayan herkes bilim, sanat, kültür ve din faaliyetlerinde anadilini kullanma, anadilinde eğitim, öğrenim ve kamu hizmeti görme hakkına sahip olmalıdır. Resmî dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi, bu hakkın kullanımına engel olmamalıdır. 1982 Anayasası’nda yasaklanan anadil eğitimi, yeni anayasada mutlaka özgürlükçü bir perspektifle yerini almalıdır. Din eğitiminde de inanç gruplarına serbestlik tanınmalıdır.
Mevcut finansman yönteminin millî eğitimin amaçlarında da ifade edildiği gibi günümüz finans dünyasının bir hayli gerisinde bir anlayışla temin ediliyor olması da ayrıca problemlidir. Eğitim, iktisadî boyutu ve doğurduğu olumsuz sonuçlar görmezden gelinerek anayasada tanzim edilmemelidir. Çünkü vergi mükellefleri tarafından temin edilen servetin devlet tarafından alınıp dağıtılmasını öngören bu yerleşik finansman yaklaşımı, ne yazık ki dünyanın geldiği bu noktada hiçbir yaraya merhem olmamaktadır. Devlet okullarında kalite düşüşüne neden olduğu gibi, eğitim daha çok zengin ailelere dönük ayrıcalıklı bir hal almaktadır. Çünkü bu alanda yapılan birçok araştırma, üniversite sınavını kazanan öğrencilerin orta ve orta üstü gelir düzeyine sahip ailelerin çocukları olduğunu göstermektedir. Yeni anayasa bu adaletsizliği ortadan kaldıracak bir anlayışla ele alınmalıdır.
Kırtasiyeciliği ve bürokrasiyi ortadan kaldıran, hizmet ve yatırımların zamanında uygulanmasına fırsat tanıyan, toplumun eğitim faaliyetlerine katılımını kolaylaştıran ve karar alma süreçlerinde aktif kılan, aynı zamanda kaliteyi de beraberinde getiren yerinde yönetim mekanizmaları geliştirilmelidir. Bugün Almanya, Kanada ve ABD’de tüm eğitim hizmetleri tek merkezden kumanda edilmez durumdadır. Eğitim sistemi eyaletlere göre farklılık göstermektedir. Fransa, İngiltere, İsveç, İtalya, İspanya, Danimarka, Finlandiya, Hollanda, İrlanda gibi ülkelerde de, ulusal müfredatın içerik belirleyiciliği çerçevesinde, eğitimin yürütülmesinde yerel yönetimler, özellikle belediyeler de derece derece katılımcı ve söz sahibi kılınmıştır. O halde Türkiye’nin de 62 bin okulu Ankara’dan yönetmenin doğurduğu olumsuz sonuçları dikkate alarak şimdiki katı merkeziyetçiliği mümkün mertebe kırması en sağlıklı yol olabilir.
Bilindiği gibi bugün Türkiye’de özellikle eğitimin finansmana ve yönetimine dayalı acil çözüm bekleyen birtakım sorunlar bürokratik yapılanmanın getirdiği hantallığa takılmakta, bu da eğitim kurumlarında çözümü bir hayli güç sorunlarla karşılaşmamıza neden olmaktadır. Bu bakımdan “yerinde yönetim” anlayışını siyasî polemik malzemesi yapmadan tartışmanın faydalı olacağına inanıyorum. Her okulun kendi eğitim modelini, tarzını, yıllık aktivitelerini, etkinliklerini hazırlayıp sunduğu bir eğitim-öğretim ortamının yaygınlaşması, topluma zamanla çok çeşitli ve zengin bir menü sunacaktır.
Bakınız, dünyada incelenen 150 anayasada, içinde isim geçen anayasa sayısı sadece 8’dir. Türkiye’de mevcut anayasa ise içinde en fazla isim geçen anayasaların başında yer almakta. Bunların yarısı da eğitim konusunda geçiyor. Artık eğitim, toplumu dizayn etme aracı olmaktan kurtarılmalıdır. Eğitimin, bireyin doğuştan getirdiği temel haklar doğrultusunda özgürleştirici bir işlevi olmalıdır. Devlet okullarının yanı sıra farklı modelleri ve yöntemleri deneyen alternatif okullar olabilmelidir. Kısacası eğitim, ideolojik olmaktan çıkarılmalıdır.
Serbestiyet, 05.01.2016