Aslında hukuki hikâye iyi başlamıştı. 1. Dünya Savaşı’nın ardından memlekette bir kurtuluş mücadelesi veriliyordu. Mücadele eden çok sayıda grup vardı ve hepsi de kimliklerine sahip çıkma ve kendi mahallerini yönetme konusunda duyarlıydı. 1921 Anayasası, grupların bu hassasiyetlerini yansıtıyordu ve iki önemli özelliğe sahipti:
Birincisi, herhangi bir etnik kimliğe dayanmamasıydı. Anayasada bir kimliği diğerine üstün kılacak veya bunu ima edecek herhangi bir ibare yoktu. Devlet, “Türkiye devleti” (m. 3) idi, “millet”in önüne ise bir etnik kimlik getirilmemişti. Amaç, bütün etnik kimlikleri tek bir hedefte birleştirmekti. Bu nedenle -Sivas ve Erzurum Kongreleri ile Misak-ı Millî’de olduğu gibi- 1921 Anayasasında da Türk milliyetçiliğinden uzak durulmuş, “Türklük” ve “Türk milleti” gibi deyimler kullanılmamıştı.
“Çeşitlilik içinde birlik”
İkincisi ise, son derece adem-i merkeziyetçi bir yapıyı öngörmesiydi. Ergun Özbudun’un tespitiyle 1921 Anayasasında “Türkiye’nin ne o ana kadar, ne de daha sonra gördüğü genişlikte bir yerel yönetim” öngörülmüştü. Gerek kimlikler bakımından çoğulculuğun ve gerek geniş bir yerinden yönetim sisteminin benimsenmiş olması, o dönemde bir “çeşitlilik içinde birlik” siyasetinin yürürlükte olduğunu gösteriyordu.
Ne var ki, mücadele başarı ile neticelendikten ve ülkenin hükümranlık hakları Lozan’da tescil edildikten sonra Türkiye’de radikal bir çizgi değişikliği oldu. Çoğulcu siyasetten vazgeçildi, katı bir ulus-devlet kurma yoluna girildi. Geniş ölçekli yerinden yönetim anlayışı terk edildi, devlet ve millet etnik bir kimlik (Türk) üzerinden tarif edilmeye başlandı. 1924 Anayasası da bu siyaset değişikliğinin somutlaştığı metin oldu.
1924 Anayasası hakkındaki Meclis görüşmeleri son derece öğreticidir. Vatandaşlık, 88. maddede düzenlenir. Meclis’e getirilen ilk öneri “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk ıtlak olunur” şeklindedir. Buradaki “Türk” kelimesi büyük tartışmalara yer açar. Uzun uzadıya “Türk kimdir? “sorusuna yanıt bulunmaya çalışılır. Buradaki “Türk” tabiiyet midir, yoksa millet midir? Eğer milletse gayri-Müslimlerin konumu ne olacaktır?
“Onlar Türk olamazlar”
Öneriyi hazırlayanlar bununla milletin değil, tabiiyetin tayin edildiğini söylerler. Ancak bazı vekiller ikna olmazlar, Türk’ün milleti kastettiğini söylerler ve herkesin Türk milletinden sayılmasına itiraz ederler. Mesela İstanbul Vekili Hamdullah Suphi Bey’e göre, herkese Türk demek bir ideal olabilirdi ama bu gerçekte mümkün değildi. Çünkü:
“Çok müşkül bir mücadelenin içinden çıktık ve hiçbirimiz kalbimizde mücadelenin tamam olduğuna dair bir şey taşımıyoruz. Diyoruz ki: Devletin, Türkiye Cumhuriyetinin tebaası tamamiyle Türktür. Bir taraftan hükümet mücadele ediyor, ecnebiler tarafından tesis edilmiş müessesatta çalışan rumu, ermeniyi çıkarmağa çalışıyor. Biz bunları rumdur, ermenidir diye çıkarmak istediğimiz vakit bize ‘Hayır, Meclisinizden çıkan kanun mucibince bunlar Türktür’ derlerse ne cevap vereceksiniz? … Onlar Türk olamazlar. Hatta Meclis de firari rum ve ermenileri Türk yapamaz. Onlar da olmaz, imkânı yoktur.”
Peki, gayri-Müslimler “Türk” denmeyecekse ne denecektir? İki öneri ortaya atılır. İlki, onlara “Türkiyeli” denilmesidir. (Türkiyeli’nin bugün olduğu gibi birleştirici ve müspet manada değil, tefrik edici ve menfi manada kullanıldığı gözden kaçmasın.) Ancak bu öneri, herhangi faydalı bir anlam taşımadığı gerekçesiyle reddedilir.
İkincisi ise, Hamdullah Suphi Bey’in “vatandaşlık itibariyle” ibaresinin maddeye eklenmesini içeren önerisidir. Meclis bunu kabul eder. Böylece gayri-Müslümlerin Türk milletinden olmadıkları, sadece vatandaşlık dolayısıyla Türk sayıldıkları anlatılmış olur.
Dolayısıyla Cumhuriyet, daha yolun başında “vatandaşlık ve “tenisite”yi birbirinden ayırdı. Türkiye’de birçok sorunun temelini de bu ayrım oluşturdu. Devam edeceğiz.
Yeni Yüzyıl, 28.11.2015