Gezi olaylarının sıcak anlarının üzerinden epeyce zaman geçti. Her geçen gün yeni bilgiler ortaya çıkıyor. Şimdi olan bitenin anlamını daha iyi kavrayacak durumdayız. Kısaca söylemek gerekirse, bir tür “darbe” girişimi atlattık.
Bu sözle Gezi’de olan her şeyin ve oraya koşan herkesin bu darbe teşebbüsüyle bilfiil ilgili olduğunu kastetmiyorum. Ancak, olaylar kümesinin içinde darbe teşebbüsünün bulunduğuna kuvvetle inanıyorum. Bu tek adımda değil bir süreç içinde tamamlanacak bir darbeydi ve ilk adımı atılabilseydi gerisini önlemek imkânsızlaşacaktı. Bu yüzden, klasik darbelerle karıştırılmaması gerekir. Ayrıca, darbe kelimesinin uygun kaçmadığını düşünenler varsa, onları mutlu etmek için, “siyasetin yeniden dizayn edilmesi teşebbüsü” de diyebiliriz.
Sanırım plan şuydu: Tayyip Erdoğan’ı siyaset dışı bırakarak, AK Parti’yi iktidardan düşürecek ve yok edecek bir süreci başlatmak. Bu akıllıca bir plandı. Dev parti grubunu ve %50’ye ulaşan parti tabanını bütün olarak hedef almak yerine Erdoğan’ı bitirmeyi denemek çok daha iyiydi. Eh, Allah var, Erdoğan da paternalist tavırları, buyurgan üslubu ve başkalarının hayat tarzlarına ve tercihlerine haksız eleştirileriyle buna malzeme sağlamakta cimri değildi ve zaten aleyhinde kullanılabilecek epeyce malzeme birikmişti. Tırmanan olaylar hem Erdoğan’ı demoralize edecek, hem de onu partisinde izole edilmeye itecekti. Nasıl oluyorsa, Erdoğan “diktatör”dü ama partisi ve hükümeti değildi. 31 Mayıs’taki haksız ve vahşi polis baskını fişeği ateşledi. Değişik toplum kesimleri polis şiddetine sonuna kadar haklı ve yerinde bir reaksiyon gösterdi. Nihayetinde polisin yaptığı meşru şiddet kullanımını aşmakta, zulüm boyutlarına varmaktaydı. Binlerce insan Taksim’e koştu. Bu harika bir şeydi. Ancak, ertesi gün işin boyutları değişmeye başladı. Ağaç sevdası ve polis şiddeti unutulup, daha doğrusu araçsallaştırılıp, Tayyip Erdoğan hedef tahtasına oturtuldu. Toplumun haklı reaksiyonu Erdoğan’dan nefret eden fakat onu sandıkta yenemeyen çevrelerin ve elbette Atatürkçülerin iştahını kabarttı. Eski mutlu günler olsaydı ordu hemen işi hâllederdi. Denklemin bu kısmı eksik olunca “devrimci” holdinglerin, faşist finans sermayesi çevrelerinin, şiddete tapan proleter devrimcilerin ve Atatürkçü kitlelerin içinde yer aldığı bir koalisyon Erdoğan’ı istifaya zorlamaya çalıştı. Bunu başarabilselerdi, liderinin kellesi alınmış ve terbiye edilmiş bir partiyi kontrol altına almalarının gayet kolay olacağını hesaplıyorlardı. Sokak işgalleri ve şiddet yoluyla ülkeyi yönetilemez hâle getirecekler ve iktidarı devireceklerdi. Böylece, devletin iktidar alanında bir daralma olmadan demokratik iktidar geriletilmiş, devlet iktidarı tahkim edilmiş olacaktı. Çeşitli sebeplerle plan tutmadı. Oyunu sezen toplum kesimleri ona alet olmamak için tavır değiştirmeye başladı. Erdoğan ve partisi direndi. Demokrat kesimler de. AKP tabanı Erdoğan’ın arkasında birleşti. Böylece, Haziran 2013 darbe veya siyaseti yeniden dizayn teşebbüsü başarısız oldu.
PARLAK ZEKÂ DEMOKRASİYE YETER Mİ?
Kimseye haksızlık etmek istemem. Birçok insan Taksim’e başlangıçta iyi niyetlerle, haklı sebeplerle koştu. Bu insanlara darbeci demek insafsızlık olur. Ancak, sahibi kimler idiyse, Taksim olaylarının ve ülkedeki yansımalarının bütünü içinde, bir yerlerde yukarıdaki gibi bir plan olduğu açık. Buna ilaveten, bir süre işgal altına alınan Gezi’de egemen olan felsefeden ne bir özgürlük teorisi ne de özgürlükçü bir sistem çıkabilirdi. Özgürlük istemekle özgürlüğün genel bir değer olarak ne olduğunu ve nasıl tesis edilebileceğini bilmek ayrı ayrı şeyler. Taksim Platformu’nun (TP) mantığı ve tavrı bu tespitin en büyük ispatı. TP sözcüsü şöyle bir açıklama yaptı: “Gezi Parkı için referandum olmaz. Dünyanın gelişmiş demokrasilerinde toplumsal duyarlılık dikkate alınır ve gereği yapılır. Bilimsel gerçekler referandum yoluyla değiştirilemez.” Halk arasındaki deyişle, bu söze, ancak, “buyur burdan yak!” diye cevap verilebilir. Bu açıklama hükümetin şikayetçi olunan “dayatma”sından kat kat güçlü bir dayatma, zira, Başbakan’a “sen de kimsin!” diyebilirsiniz, ama “bilim”e diyemezsiniz, değil mi? Bu, arkaik 19. yüzyıl pozitivizmine dayanan totaliter zihniyeti yansıtan bir duruştur. O zaman, Başbakan otoriter ise, TP totaliter. TP halk adına konuştuğunu söylüyor, halktan korkuyor. Tipik sol kafa. Halk iyidir, ama bizim gibi düşünüyorsa. Hatta daha fazlası, halk biziz. TP sözcüleri kendi duyarlılıklarını, toplumun duyarlılığı sanıyor. Valla, ben de İstanbulluyum, ama Gezi hakkında hiç duyarlılığım yok. Öyle de olur, böyle de. Ağaçlar da önemsiz. Her yıl binlerce ağaç kesiliyor, binlerce ağaç dikiliyor. Ya İstanbulluların çoğu benim gibi düşünüyorsa (ki bu uzak bir ihtimal değil) ne olacak? Taksim Platformu dediğiniz Tahakküm Platformu, Taksim Dayanışması dediğiniz Taksim Dayatması olmasın?
Gezi’deki hicivlerin ve mizah çalışmalarının bazıları çok güzeldi. Bunları takdir ediyorum. Ama bunlar benim soruma cevap vermiyor. AK Parti’yi, Gezi’yi, TP’yi filan at kenara, ana problem şu: Bu tür kararlar kim tarafından alınmalı ve nasıl alınmalı? Duyarlılıklara elbette kulak verilmeli, temennilere de. Sorun şu ki birbiriyle çelişen çok sayıda duyarlılık ve temenni var. Bunları nasıl bağdaştıracağız? Bağdaştıramazsak hangilerini, niçin, nasıl dikkate alacağız? Evet, hükümetin tavrı tamamen değilse de biraz otoriteryen. İyi de, hükümetin otoriteryenizminden kaçarken TP ve TD kafasının totaliteryenizmine mi yakalanacağız? Buna mı mahkûmuz? Demokrasi yukarıda belirtilen temel soruya verilen bir cevaptır. Vatandaşlardan sandık yoluyla dönemlik yönetim hakkını alan organlar (Meclis, başbakan, hükümet, belediye başkanı, belediye meclisi…) kamusal kararlarda asıl yetkilidir. Kuşku yok ki, onların aldığı kararların her zaman doğru olacağının bir garantisi yoktur ve kimi kararlar bazılarımıza gerçekten tahammül edilmez görünebilir. Bunun doğuracağı sıkıntıları azaltmak için yapılabilecek çok şey var: Adem-i merkezileşme, mahallî idarelerin güçlendirilmesi, kamusal kararlara bağlanacak konuların ve alanların azaltılması, devlet iktidarının kısıtlanması, kamusal karar alma otoritelerinin yetkilerinin daraltılması gibi. Katılımın artırılması da elbette iyi, ama ana problemimizi çözmesi söz konusu olamaz. Kısaca, daha az siyaset ve devlet, daha fazla özel bireysel alan ve özgürlük. Gezi Parkı olayları keşke biraz da bu konular üzerinde düşünülmesine vesile ve vasıta olsa.