İki haftadır birikmiş olan akademik işleri toparlamaya çalışıyorum. Okunması gereken makaleler ve kitaplar, bitirilmesi gereken yazılar, yapılması gereken imtihanlar vardı. 15 gün boyunca tüm bu işleri bir hal yoluna koymaya gayret ettim, bu nedenle gündemin sıcak konularına dair yazma imkânı bulamadım. Tabii, Türkiye’de maşallah (!) -her zaman olduğu gibi- gündem hızla aktı geçti. Peş peşe çok mühim gelişmeler yaşandı. Ülkeyi sarsacağı tahmin edilen hadiseler, ertesi gün eskidi. Memleket her gün yeni bir gündeme uyandı. Dolayısıyla verdiğim kısa arada hakkında yazmayı düşündüğüm çok sayıda olay birikti. Üzerinde özellikle durmak istediğim altı konu var ve sırayla bunlara dair fikirlerimi paylaşmayı planlıyorum. 1) Soruşturma komisyonuna yayın yasağı konulması 2) AYM Başkanı tarafından başlatılan seçim barajı tartışmaları. 3) Eğitim Şurasında alınan kararlar. 4) HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı. 5) Çözüm Süreci’nde Öcalan ve devletin üzerinde müzakere etmekte uzlaştıkları bir taslağın ortaya konulması. 6) 14 Aralık Operasyonu. Zayıf halka Etyen Mahçupyan, AKP’nin 12 yıllık iktidarında üç alanda başarısız olduğunu yazdı geçenlerde. Bunlardan birincisi, Batı ile olan ilişkide bir boşluğun ortaya çıkmasıydı. İkincisi, sosyalle sağlıklı bir bağlantının kurulamamasıydı. Milli Görüş geleneğinden gelen AKP, kendini “siyasi” bir eylem alanı içinde tanımlarken sosyal nitelikteki tercih ve taleplere büyük ölçüde “sağır” kalmıştı. Başarısız olunan üçüncü alan ise, ekonomik kaynakların dağıtımında kendini gösteriyordu ve hükümetin bu noktada iş yapma tarzı büyük sorunlar barındırıyordu. Mahçupyan bunu “iktidarın tabandan gelen yeni burjuvazinin hırsının yarattığı ‘hoyratlığa’ yenik düşmesi, hatta zaman zaman bunu besleyen bir konuma sürüklenmesi” olarak tarif ediyor. “Suiistimalin doğal hale geldiği bir alışkanlık ortamında yükselen binalar, azami kardan başka bir hedef gütmeyen madencilik örnekleri, kapkaç mantığıyla hayata geçirilen enerji santralleri ve bütün bu tabloyu mümkün kılan belediyecilik ‘kaçakları’ AKP iktidarının bugün en önemli ayak bağı. Silaha dayanmayan ihtilalci bir dönüşümün ancak yüksek oyla mümkün olması, bunun ekonomik başarı ve büyümeye dayanma zorunluluğu, söz konusu büyümenin aciliyeti ve hızı, AKP’nin etik normları içselleştirmemiş bir müteahhit zihniyeti tarafından kuşatılmasıyla sonuçlandı. Bu kesim belki iktidarın ihtiyaç duyduğu iktisadi ivmeyi ve sosyal desteği sağladı, ancak AKP’nin meşruiyet zemininde de gedikler açtı.” (Etyen Mahçupyan, Akşam, 18.11.2014) 17/25 Aralık’ın etkisi Gerçekten de bu husus, son bir yıldan beri AKP’nin en zayıf olduğu noktalardan birini teşkil ediyor. Hatırlanacağı üzere geçen yılın 17 ve 25 Aralık’ında tamamen yolsuzluk iddialarını merkeze alan iki büyük operasyon yapıldı. Her iki operasyon da Gülen Cemaati’nin imzasını taşıyordu. Cemaat’in medyasında yolsuzluk iddiaları bir bombardıman şeklinde kamuoyuna servis edildi. İnternet, Cemaat’in yazarları ve mensuplarının elinde hükümete karşı bir savaş aracına dönüştü. Cemaat’e yakın hesaplardan her akşam yeni bir yolsuzluk dosyasının haberi verildi. Millet, dizi takip eder gibi, yolsuzlukları ifşa edeceğini bildiren adresleri takip etmeye başladı. Belgeler, ses kayıtları, fotoğraflar, dokümanlar, beddualar havada uçuştu. Yolsuzluk iddiaları öncelikle hükümetin bazı bakanlarına yönelikti. Ancak kısa sürede asıl hedefin Başbakan Erdoğan ve ailesi olduğu görüldü. Buna göre Erdoğan ve ailesi (oğlu Bilal Erdoğan), yolsuzlukları bizatihi planlıyor ve yolsuzluklardan elde edilenlerin dağıtımını organize ediyorlardı. Yapılması gereken belliydi; Erdoğan istifa etmeli ve hükümet düşmeliydi. Erdoğan, Cemaat’ten gelen bu ithamlara iddialara hem söylem ve hem de eylem düzeyinde sert bir karşılık verdi. Söylemde, her şeyden evvel iddiaları bütünüyle yalanladı. Amacın, siyaseten baş edemedikleri hükümeti darbeyle devirmek olduğunu belirtti. Kendisinden ziyade temsil ettiği kitlelerin hedef tahtasına konulduğunu, asıl bu kitlenin iktidarının hazmedilmediğini anlattı. Cemaat’in kirli ve karanlık odaklarla iş tuttuğunu söyledi, onu gayri-meşru ve gayri-milli ilan etti. Böylelikle kendisini destekleyenlerin nezdinde Cemaat’in söylediklerini hükümsüz kılmaya çalıştı. Eylemde ise hem idari, hem kanuni ve hem de siyasi alanda büyük bir mücadeleye girişti. İdari yetkilerine dayanarak çok sayıda polisin ve polis amirinin yerini değiştirdi. Cemaat’in yargıdaki gücünü kırmaya matuf yasal düzenlemeler yaptı. Haklarında vahim iddialar bulunan dört bakanının istifa etmesini sağladı ve yeni bir kabine kurarak yoluna devam etti. Kısaca elindeki tüm mekanizmaları harekete geçirdi. Muhtemelen Cemaat de Erdoğan’dan bu çapta ve hızda bir reaksiyon beklemiyordu. İddiaların tortusu Erdoğan’ın hamleleri sonuç verdi. “30 Mart’ı görmeyecek” denilen Erdoğan hem 30 Mart’tan, hem de 10 Ağustos’tan muzaffer çıktı. Ancak yolsuzluk iddiaları arkasında önemli bir tortu da bıraktı. AKP’yi destekleyenler, bu süreçte, belki daha büyük bir tehlike karşısında olduklarını düşündüklerinden partilerinin yanında durdular. Fakat yolsuzluk ithamları konusunda tatmin olmadılar. Nitekim yapılan tüm kamuoyu yoklamaları, gerek halkın genelinde, gerek AKP’ye oy verenlerde Türkiye’de yolsuzluk yapıldığına dair yaygın bir kanaatin olduğu ortaya koyuyor. Bu nedenle yolsuzluk, önümüzdeki dönemde de muhalefetin en önemli silahı olacak. 2015 genel seçimlerinde muhalefet partileri, AKP’yi en çok bu zafiyeti üzerinden vuracak. Yolsuzlukları ana gündem maddesi haline getirerek AKP’nin meşruiyetini yıpratmaya çalışacak. Buna karşı AKP, bir şeffaflık politikası izlemeliydi. Ne var ki şu anda AKP, buna ters düşen bir istikamette seyrediyor. İstifa eden dört bakan hakkında Meclis’te kurulan Soruşturma Komisyonu’na yayın yasağı kararı alınması, bunun somut bir göstergesi. Zira yayın yasağı kararının arkasında Komisyon Başkanı AKP Milletvekili Hakkı Köylü’nün talebinin bulunması, burada bir parti iradesinin olduğuna işaret ediyor. İmkânsızı istemek Siyasi bakımdan bu karar üç önemli yanlışa tekabül ediyor: Birincisi, AKP sürekli olarak “milli irade” vurgusu yapıyor ve bu iradenin tecelli ettiği mekân olarak Meclis’i öne çıkarıyor. Böyle bir partinin, kendisine dokunacağı korkusuyla Meclis’in faaliyetlerini perdelemesi kolay açıklanabilir bir durum değil. Bundan böyle AKP’liler “millet iradesi” dediklerinde inandırıcı olmaları güç. İkincisi, böyle bir karar, umulan faydayı sağlayamaz. Bir haberleşme çağında, Meclis çatısı altında konuşulanları ve yapılanları tamamen duyulmaz ve görülmez kılmaya çalışmak, imkânsız istemekle eş anlamlı. Belki bir mecrayı kontrol atına alabilirsiniz ama diğer bir mecraları engelleyemezsiniz. Mesela Soruşturma Komisyonu’nda yer alan vekiller, istifa eden bakanların Komisyon’a söylediklerini, Meclis’in Genel Kurul’unda dile getirdiklerinde bunu önleyemezsiniz. Nitekim bazı CHP’li vekiller bu olanaktan istifade ettiler ve onların kürsüde söylediklerinden herkes haberdar oldu. Dolayısıyla yayın yasağının bir işlevi kalmadı. Üçüncüsü, AKP’liler bu yasağı, soruşturmanın selameti ve kişilik haklarının korunması gerekçelerine dayanarak meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Fakat bu gerekçelendirme ikna edici değil. İki sebepten: Biri, AKP’nin daha önce bu tür durumlarda takındığı tavırla ilgili. AKP iktidarları döneminde birçok kişi için soruşturma komisyonu kuruldu. Eski Bayındırlık Bakanları Koray Aydın ve Yaşar Topçu, Eski Devlet Bakanları Recep Önal ve Güneş Taner, Eski Enerji Bakanı Cumhur Ersümer, Eski Başbakan yardımcısı Hüsamettin Özkan ve Eski Başbakan Mesut Yılmaz soruşturma komisyonlarında ifade verdi ve bunlar medyada geniş yer buldu. Bunların hiçbirinde anılan gerekçelerle bir yayın yasağı yoluna gidilmedi. Komisyon çalışmalarının aleniliğinin, soruşturmanın selametine zarar vereceği veya kişilik haklarını zedeleyeceği tartışma konusu dahi edilmedi. Başkalarına gösterilmeyen hassasiyetin AKP’lilere gösterilmesi başlı başına izaha muhtaç bir durum. Diğeri ise, kamunun bilgilenme hakkının es geçilmesi. Haklarında ciddi ithamlarda bulunulan kişiler, kamu adına karar veriyor ve kamu kaynaklarını kullanıyorlar. Medyaya yansıyan bilgiler, bu kişilerin dikkat çekici hesap hareketleri olduğunu gösteriyor. Bu da insanların dikkatini çekiyor ve şüphe bulutlarını büyütüyor. Bu öyle bir durumda iktidar düşen vazife açık: İktidar, insanların kafasındaki sorular cevabını bulmasına ve kuşkuların giderilmesine yardımcı olmalı. Bir yanlış yapan ve hukuk dışına sapan varsa bunun hesabını vermesini sağlamalı. AKP bunu yapmak yerine bir taraftan soruşturmaya karartma uyguluyor, diğer taraftan da hep kendisinden önceki dönemlerde yapılan yolsuzlukları hatırlatıp toplumun ilgisini oraya çekmeye uğraşıyor. İkisi de faydasız. Zira karartma, sadece şüpheleri yoğunlaştırmaya yarar ve AKP’nin yolsuzlukları örtmeye çalıştığına dair algıyı güçlendirir. Başkalarını (mesela Kılıçdaroğlu’nu veya MHP’lileri) suçlamak ise, AKP’yi temize çıkarmaz. Başkalarının kiri, bizi aklamaz. Çehov’u hatırlamak lazım: “Başkalarının günahlarıyla aziz olamazsınız.”
Serbestiyet, 15.12.2015