Bir 17 Aralık okuması -I

Yarın 17 Aralık. Cumhuriyet döneminin en ilginç ve önemli olaylarından -yaygın deyişle operasyonlarından- birinin ilk yılı doluyor. Aradan geçen bir senede 17 Aralık’ın devamı, sonucu, yansıması denebilecek pek çok olay vuku buldu. Vakanın detayları, öncesi ve failleri hakkında da çok miktarda bilgi ortaya çıktı. Bütün bunların ışığında 17 Aralık’ı daha iyi okuma şansına sahip olduğumuz düşünülebilir.

Önce 17 Aralık’ın nasıl okunmaması gerektiğiyle ilgili düşüncelerimi belirteyim. 17 Aralık ne tekil olarak ne de sadece tek konulu bir olay olarak okunabilir. Onun da bir tarihi, sosyolojisi, aktörleri ve çok sayıda yüzü var. Örneğin, 17 Aralık’ın durup dururken birden ortaya çıktığını söylemek hiç inandırıcı olmaz. Olay, özü itibariyle, polisin-yargının işlerin olağan akışına uygun olarak yürüttüğü bir yolsuzluk operasyonu olarak da okunamaz. Son olarak, 17 Aralık ve sonrası Ak Parti ile Gülen Cemaati, daha doğrusu GC içine gömülü bir otonom yapılanma arasında bir iktidar kavgası olarak da görülemez. Bu yaklaşım aynı meşruiyete ve özelliklere sahip iki gücün çatışmakta olduğu yanlış kanaatine dayanır. Şüphesiz, olan bitenin bu sayılanlardan biriyle izah edilmesini isteyen ve farklı meşreplerden olmalarına rağmen Ak Parti ve Erdoğan düşmanlığı tarafından birleştirilen epeyce geniş bir çevre var. Ancak, bunların iddialı argümanları doğru bilgi, sağlam mantık ve ilkeli analiz karşısında ayakta kalamamakta.

17 Aralık çok daha önce başlayan bir sürecin en mühim halkalarından biri. Bu sürecin başlangıcı bir yönüyle GC’nin kurulmasına bir yönüyle de Ak Parti’nin iktidara gelmesine kadar gidiyor. Çok eskilere dönmeyelim. Kendinden başka hiçbir şeyi, hiçbir grubu önemli görmeyen ve her şeyi araçsallaştıran Gülen Cemaati muhtemeldir ki Ak Parti’nin kurulmasına ve siyasî mücadelesine de pek sempati duymadı. Ancak, bu partinin hızla iktidara gelmesi tüm dindar muhafazakâr camia gibi GC için de bir imkân yarattı. Bundan yararlanmamak aptallık olurdu. Üstelik GC on yıllara yayılan faaliyetleri ve teşkilâtlanması sayesinde iktidardan azamî derecede yararlanma imkânına sahipti. Askerî vesayetin Ak Parti iktidarından hazzetmemesi Ak Parti ile GC arasındaki genel işbirliğini belki de adı konulmamış, ilân edilmemiş bir ittifaka çevirdi.

Bürokratik vesayet sisteminin sahipleri Ak Parti’yi bitirmek peşindeydi. Bu Ak Parti’yi kaçınılmaz bir ölüm kalım mücadelesine soktu; ya vesayeti bitirecek ya da kendisi bitecekti. Vesayetçi sistemin merkezi askerî bürokrasiyle ve sacayaklarından biri –ve elbette en önemlisi- olan yargı bürokrasisiyle mücadele etmek için gerekli siyasî meşruiyet ve irade Ak Parti’de vardı. Ama bu, mücadeleyi başarıya taşımaya yetmezdi. Alandaki kavga ancak bürokratik kadrolarla yürütülebilirdi. Lâzım olan bürokratik kadrolar GC’de vardı. Hükümet bundan yararlanmak istedi. Ancak, bunu GC’nin isteği olmadan yapamazdı. Yani iktidar GC kadrolarını zorla bir mücadeleye itmedi. Şimdi biliyoruz ki bunu istese de yapamazdı. Zira GC sıkı kontrol altında tutulan ve mensuplarının hiçbir emre itaatsizlik etmesi mümkün olmayan bir yapılanmaya sahipti. Bir durum muhakemesi yapan GC kavgaya girmeye karar verdi. Bu da istisnai bir durumdu çünkü GC önceki tarihinde her zaman kavgadan uzak durmuş, gizlice, sessizce, renk vermeden, güç sahipleriyle alenî bir çatışmaya girmekten özenle kaçınarak ilerlemişti.

Böylece demokratik siyasî güç ve ona destek veren GC kontrolündeki bürokratik güç askerî vesayete karşı harekete geçti. Balyoz ve Ergenekon davaları bunun sonuçlarından biriydi. Ancak, GC’nin bürokratik kadroları hükümetin emrinde değildi. Kendi hiyerarşisi, emir-komuta zinciri ve amaçları vardı. GC başından beridir devlet kurumlarına adam yetiştirmeye çalışan bir gruptu. Askerî vesayete karşı mücadele GC için bürokratik kadrolarını kilit makamlara yerleştirmek için altın bir fırsat yarattı. Bu arada hükümet uyumaktaydı. Davalar askerî vesayeti geriletti ve asker memurları Ak Parti’ye karşı harekete geçemez veya bunu yapmanın çok riskli olduğuna inanır hâle getirdi. Bu demokrasi için büyük bir kazançtı. Ancak, GC’nin ana mücadelesi demokrasiyi takviye etmek değildi, kendi hâkimiyetini tesis etmekti. Cemaat iyi insanlardan müteşekkil olduğuna ve doğru hedeflerin peşinden koştuğuna inanıyordu. Açık siyaseti hiçbir zaman metot olarak benimsemedi. Hep gizli kaldı. Sistemi politikacılardan çok daha iyi okumuştu. Bürokrasinin ne büyük bir güç olduğunun farkındaydı. Vesayet sisteminin tamamen tasfiye edilmekte olduğunu zanneden politikacıların tersine, askerlerden boşalan yere kendisi yerleşmeye ve bürokratik vesayeti yenileyerek sürdürmeye karar verdi. Siyasetten uzak durmasına ve bürokraside gizli olarak örgütlenmesine ilâveten muhteris iktidar hedeflerin peşine koşması onu buna adeta mahkûm ediyordu.

16.12.2014, Yeni Şafak

Bu Yazıyı Paylaşın

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et