Dünyanın birçok yerinde ayaklanmalar, isyanlar çıkıyor. İsyancılarla iktidarlar ve isyancı toplumsal kesimlerle başka toplumsal kesimler arasında bazen şiddet dozu yüksek çatışmalar yaşanıyor. Bu seri belki de Arap Baharı ile başladı. Peşinden Gezi olayları geldi. Onu demokrasiye karşı Tahrir ayaklanması izledi. Almanya’da sol gruplar ile polis çatıştı. Hamburg şehri günlerce diken üstünde oturdu. Sonra Ukrayna olayları. Batının desteklediği halk kitleleri rejime karşı ayaklandı. Sokaklar, parklar, kamu binaları işgal edildi. Nihayet devlet başkanı ülkeden ayrıldı ve yeni bir hükümet kuruldu. Bu değişiklik yüksek bir maliyete yol açtı. Kırım Ukrayna’dan kopma ve Rusya ile birleşme sürecine girdi. Ukrayna’nın doğusu yeni işgallere sahne oldu. Eski devlet başkanına karşı kullanılan yollar şimdi yeni yönetime karşı kullanılıyor.
Bütün bu olaylar neye işaret ediyor? Şüphesiz, hak ve özgürlükleri gasp eden ve siyasal katılım kanallarını tıkayan rejimlerle demokratik hak ve özgürlüklerin var olduğu rejimlerdeki isyanları birbirinden ayırmak gerekir. Bu yazıda demokrasilerde isyanı ele alıyoruz. Romantik, devrimci zihniyette bazıları, demokrasilerde isyanı onaylıyor ve halk isyan yoluyla fikrini söylüyor ve sisteme ağırlığını koyuyor diyor. Bu yorum pek isabetli değil, çünkü, her vakada halk tutarlı bir bütün olarak sahnede yer almıyor. O, farklı görüşlere sahip kişi ve kitlelerden müteşekkil. Ayaklananlar yanında ayaklanmaya karşı çıkanlar da mevcut. Meselâ Ukrayna’da toplumun en az yarısı ayaklanmaya cephe almıştı. Yeni hükümetin kurulmasından sonra da durum fazla değişmedi. Toplum ikiye bölünmüş durumda. Gezi olayları esnasında Türkiye’deki durum da benzerdi. Milyonlarca insan Gezi kalkışmasına sempati duydu, destek verdi. Ama onların birkaç katı insan Gezi’de olanlardan rahatsızdı. Bu kimseler Gezi’de sadece hükümete değil kendilerine de yönelik bir saldırı gördü. Olaylar dinmeseydi yaygın toplumsal çatışmaların doğması kaçınılmazdı. Nitekim, hatırlayın, bunun ilk işaretleri birkaç yerde belirdi.
İsyan ile bir şeyler yapmaya çalışmak özellikle isyanın içinde yer alanlara mümkün ve çok tatlı görünebilir. Belki de isyan bu kimselerin hayatlarında yaşayacakları en büyük macera olur. Ne var ki, isyan toplumsal hayatın ilerleyişinde bir kural, bir yöntem olarak yerleşemez. Bugün birileri isyan ederek iktidar makamlarını ele geçirirse yarın da onlara başkaları isyan eder. Bu bir seriye dönüşür ve iktidarlar hep isyanlarla gelip giderse toplum bundan yarar değil zarar görür. Demokrasinin erdemi işte burada ortaya çıkıyor. K. Popper’ın altını çizdiği üzere, demokrasi kötü yönetimlerden kurtulmanın en düşük maliyetli yoludur. Demokrasi isyanı gereksiz kılar. Aynı zamanda devleti değiştirmek yerine hükümeti değiştirmeyi kâfi hâle getirerek siyasal ve toplumsal istikrarı korur.
Ancak, sözünü ettiğimiz olaylar serisi gelecekte ne olması gerektiğiyle ilgili işaretler de veriyor. Ulus devletin otoriteyi merkezileştirmesi artık faydadan çok zarar vermeye başladı. Her problemin çözümü merkezî idareden bekleniyor. Hükümetin refah seviyesini yükseltmesi, işsizliği önlemesi, herkese sosyal güvenlik sağlaması, alt yapıyı inşa etmesi, vatandaşları ana okulundan doktoraya eğitmesi ve bunu ‘doğru’ şekilde yapması vs. sıradan beklentilere dönüştü. Yan, merkezî idareler neredeyse Tanrı muamelesine tâbi tutuluyor ve sonsuz kudrete ve kaynağa sahip oldukları varsayılıyor. Ne tür bir problem olursa olsun herkes hükümete dönüp gerekeni yapmasını istiyor. Ne var ki, yapılması gerekenlerle ve bunların yapılma sırasıyla ilgili görüşler de çoğu zaman çelişik.
Taleplerin artmasına paralel olarak başarısızlıkların faturası da haliyle merkezî idareye çıkartılıyor. Başarısızlıklarda şaşırtıcı bir yan yok zira taleplerin toplamı idarenin fıtrî ve teknik kapasitesini çok aşıyor. Lâkin, çoğu insan bunun farkında değil. Onlar sıkıntının kaynağının merkezî idarenin ilgisizliği, kötülüğü veya yanlışlığı olduğunu zannediyor. Bu yüzen öfkeleniyor. Öfkeler birikiyor, nefrete dönüşüyor. Nefretler patlıyor, sokaklara taşıyor. Çatışmalar oluyor. İktidarlar gidiyor. Gelen iktidarlar bir şey değişmeden aynı sarmalda yol almaya başlıyor.
Ne olacak? Bana sorarsanız artık kuvvetli bir adem-i merkeziyetçiliğe gitmenin zamanı geliyor. Siyasî birimlerin çapı küçültülmeli. Mahallî idareler veya lokal siyasî entiteler daha çok sorunu ve yetkiyi devralmalı. Kamusal kararlar meşru otoriteler tarafında karardan en fazla etkilenenlere en yakın makamlar tarafından olabildiğince geniş bir katılımla verilmeli. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, şehirleşme, vergileme gibi alanlarda tüm ülkeye dayatılan bir makro model olmamalı; birçok mikro model yarışmalı. Tüm ülkenin her şeyinden sorumlu bir merkezî idare ya hiç olmamalı ya da varsa çok sınırlı bir alanda kalmalı. Buna paralel olarak bireylerin pozisyonu gerek ulusal gerekse mahallî siyasî otoriteler karşısında kuvvetlendirilmeli. Kamusal karara tâbi konular olabildiğince azaltılmalı. Bu yola girmezsek, korkarım, isyanlarla ve karşı isyanlarla insanlığı çok zaman, enerji ve hayat harcama tehlikesi bekliyor.
Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlanmıştır.