Uzun zamandır yazıyorum ‘muhafazakârlar devleti çok sevdi’ diye ama iktidar İslamcılarının devlet sevgisinin geldiği noktayı tahmin edememişim.
Onlar nirvanaya ulaşmış; devleti Allah’ın makamına çıkarmışlar. Bekir Bozdağ iktidar İslamcılarının devletle ilişkisinin geldiği noktayı ‘veciz’ bir şekilde ifade etmiş; ‘Allah şirk, devlet de şerik kabul etmez’.
Devlet olmanın vecd anında söylenmiş bu söz, ‘tarihî’dir. Bütün anlamları ve çıkarımlarıyla söyleyeni bağlar, düşündüklerini yansıtır, yaşanılanları tasvir eder.
Bizim için sorun; böyle bir akıl devlete itaat etmemizi yeterli bulmaz, ona iman, hatta ibadet etmemizi isterse ne yapacağız?
Haydin, hep beraber; HER-ŞEY-DEVLET-İÇİN…
Tamam, devlet bu toprakların kutsalı; ama devlete kutsallık biçenler bile ona tanrılık atfetmeye yeltenmemişti. Bu ‘yeni’ terminoloji devletin doğasında taşıdığı problemleri çok daha ağırlaştıracak bir perspektif taşıyor; devleti ve devletle özdeşleştirilen yöneticileri dokunulmaz, eleştirilmez, denetlenmez sanıyor.
Nasıl yani? Bundan böyle her eleştiri, uyarı, denetim girişimi, sınırlama gayreti ‘şirk’ olarak mı nitelenecek? Yarın egemenliğin kendinde olduğunu iddia eden ‘millet’e de ‘şerik’ mi denilecek?
Muhafazakârların devletle ilişkisi hep sorunlu olmuştur ama iktidar İslamcılarının devlet algısı apaçık tehlikeli; bırakın otoriterliği totaliterliğe bile evrilecek nitelikte. Seküler bir devleti bile sınırlamakta, demokratikleştirmekte, şeffaflaştırmakta bu kadar zorlanırken dindar bir toplumda ‘dinî referanslarla meşrulaştırılan’ bir devletin neye dönüşeceği belli.
Bütün bu lafların edilmesi, devlet tapıcılığının yeni kılıklara bürünmesi dindarların ve muhafazakârların şu ‘devlet’ denilen ‘şey’i yeniden düşünmeleri için bir fırsat aslında.
Devlet matah bir şey değildir. Doğası kötüdür. Onu demokratikleştirerek, şeffaflaştırarak, hukukun denetimine alarak biraz ‘katlanılabilir’ yapabiliriz. Toplumun iradesini hakim kılarak, bireylerin haklarını güvence altına alarak devleti sınırladığımız oranda ‘dev’leti ehlileştirebiliriz.
Daha önce yazmıştım; ‘Unutmayın; önce insan ve toplum vardı… Devlet insanların yarattığı bir şey; ne kutsal, ne de vazgeçilmez. Devleti kutsal, aşkın ve vazgeçilmez sanan insanların ülkesinde özgürlük olmaz. Gerek de yoktur özgürlüğe. Kutsallaştırdığınız devletinize inanır ve itaat ederseniz ‘kurtuluş’a erdiğinizi düşünürsünüz zaten. Devleti kutsadığınızda, devletin başındakini de dokunulmaz yaparsınız. Adeta ‘tanrısal’ bir güçle ve yanılmazlıkla yönetirler sizi. ‘Kutsal devlet’in ateşine odun taşıyan ‘kurbanlar’ olmak istemiyorsanız devleti kutsamaktan vazgeçeceksiniz’.
Bu ülkede insanların özgür olması da, toplumun barış içinde yaşaması da devletin bir varlık ve kavram olarak gözden geçirilmesine bağlı. Modern dönem tarihimiz devlet kavgası tarihîdir; ya kurtarılacaktır devlet, ya ele geçirilecek ve yeniden kurulacaktır. Herkesin gözü devlettedir yani.
Devleti varlığın da yokluğun da nedeni sanıyorlar. Tepesinde olunca devlet seni ihya ediyor, kenarında kaldın mı imha… Bu dünyadaki cehennemi de o yaratıyor; varlık yokluk savaşının kızılelması olan devlete ermek için verilen ‘savaş’, memleketi cehenneme çeviriyor.
Buna son vermenin, siyaseti yumuşatmanın yolu iktidar olunduğunda elde edilecek ‘ödül’ün cazibesini azaltmaktır. Para, itibar, güç devletten geliyorsa, devlet olmaktan geçiyorsa o devlete ulaşmak için her şey yapılır, siyaset bir varlık ve yokluk meselesine indirgenir. Devletin iktidarını, kaynaklarını, kaynakları dağıtıcı gücünü azaltmadan yolsuzluk da yapılır, yolsuzluğu kapatmak için hukuksuzluk da, onları ele geçirmek için savaş da!
Demem odur ki; memleketin barışı bile devleti küçültmekten, sınırlandırmaktan, onu farklı kimlikten, inançtan ve düşünceden insanlara karşı tarafsızlaştırmaktan geçiyor.
Devlet için nereye kadar savaşılacak? Devletin kendisini yok edene kadar mı? Üstelik bu kavganın dini referanslarla yapılmasıyla Türkiye kendi ‘ortaçağı’nı yaratacak. Yoksa, Kerbela’sını mı demeliydim?
Bir daha; HER-ŞEY-DEVLET-İÇİN…
Bu yazı Zaman Gazetesi’nde yayınlanmıştır.