Yrd. Doç. Dr. Cennet USLU’nun çok önemli, tarihte iz bırakacak yazısının ikinci kısmı:
17 Aralık Operasyonunu Normatif Teoriyle Okumak!
Bu son süreçte yaşanan bir örnek üzerinden ne demek istediğimi anlatmaya çalışayım. Savcıların yürüttüğü yolsuzluk soruşturmasının 17 Aralık’ta gündeme düşmesi sonrasında, yürütmeden gelen emniyet müdürlerini görevden alma, iki yeni savcı atama ve adli kolluk yönetmeliğinde değişiklik hamlesi geldi. Bazıları bu müdahaleleri ‘yargı bağımsızlığı’ ilkesi üzerinden okudu ve bunu yürütmenin yargıya müdahalesi olarak görüp kategorik olarak reddetti. Evet, bu gerçekten de yargıya bir müdahaleydi, ancak müdahale bağımsız ve tarafsız işleyen, adaletin yerine getirilmesi yönünde rutin ve olağan işlevini yerine getiren ‘idealar evrenindeki’ bir yargı ideasına yönelik yapılmadı. Yürütmenin yaptığı olağan değildi, ancak yargının yaptığı da olağan değildi. İki yıldır yürütülen üç büyük soruşturma başsavcının haberi olmadan, zamanında UYAP’a girilmeden ve doğrudan birbiriyle ilgisi olmadığı halde aynı anda işleme konulmak suretiyle karşımıza geldi.
Şimdi, böyle bir siyasî krizde meseleyi sırf ‘yargının bağımsızlığı ilkesi’ üzerinden okuyup, sonra da siyasî pozisyonunuzu ‘yargı bağımsızlığının korunması’ olarak koyduğunuzu varsayalım. O halde, Türkiye’de işleyen köklü ve yerleşik bir demokratik hukuk sisteminin bulunduğunu, yargının ve mensuplarının meşruiyetinin ve güvenilirliklerinin sağlam olduğunu (yürütmenin değil ama), adaleti izlemek dışında herhangi bir siyasî gaye ve ideolojinin peşine takılmayacaklarını ileri sürüyor olmanız gerekir. Böyle işleyen ve son olayda da böyle işlemiş olacağını öngördüğümüz bir yargı, yani ‘normatif teoriye uygun kurulmuş ve işleyen’ bir yargı mekanizması varken yapılacak en doğru şey bu ‘ideal’ durumu korumaya çalışmak olurdu.
Lakin, bu olayda yürütme karşısında yerinde olarak aldığımız temkinli bakışımızı, yargı karşısında da almamıza mâni olan haklı bir sebep yoktur. Yürütmede yolsuzluk olasılığını ve hükümetin bunu örtbas etmeye girişebileceğini dikkate almak kadar, yargı içinde başka bir otoriteye veya belli bir siyasî amaca tabi olan otonom bir grubun olabileceğini de dikkate almak makuldür. Yargının ana vesayet aracı olduğu uzak ve yakın Türkiye tarihi, hükümetle cemaat arasında devam eden ilişki ve çatışma, medya üzerinden tarafların karşılıklı olarak aldığı pozisyon ve birbirine verdikleri mesajlar ve ayarlar, cemaatin emniyet ve yargıdaki etkisine dair daha önceden sahip olunan kamuoyu kanaati, arkadan gelen başka büyük bir soruşturma dalgası gibi göstergeler ‘yargı kutsaması’ yapmaya engel oluşturuyor. Bütün bunlara rağmen, bu siyasî krizi ve süreci siyasî pratiğin işleyişini, niteliğini, real politiğini göz ardı ederek, sadece ‘yargı bağımsızlığı’ ilkesi üzerinde okumaya kalkarsanız siyasî bir kör noktaya takılıyorsunuz demektir. Bu kör noktadan bakarken, normatif ilkeleri dile getirmekle yetindiğinizde mesele hakkında pek bir şey söylemiş olmadığınız gibi, sanılanın aksine çatışmada tarafsız kalmış da olmazsınız. Tarafın neresi olduğu önemli değildir, zira ilkeler pek kolaylıkla çatışan tarafların hizmetine sunulan argümanlara dönüştürülebilir. Bu örnekte, ‘yargı bağımsızlığı’ ilkesinin yerine ‘yargı tarafsızlığı’ ilkesini koyarak yargının tarafsızlığını yitirdiğini söyleyebilirsiniz.
İşaret ettiğim bu kör nokta, normatif teoriden işe başlayan, olması gerekeni ve ilkeleri referans alan sizi nihayetinde getirip getirip pür bir hukukî pozitivizmin, yavan bir hukukî formalizmin veya hukuk fetişizminin kucağına düşürebilir. Normatif olan ile çıktığınız yolda, yolun sonunda mevcut mevzuatın kapısını çalmak durumunda kalabilirsiniz. Son tahlilde, hukuk fetişizmi çoğunluk fetişizminden evla değildir. Siyasî sistemin temelleriyle ilgili bu tür keskin siyasî kriz ve bölünmelerde yasalar, tüzükler, yönetmelikler hatta anayasalar, diğer pek çok şey gibi, tarafların karşılıklı hamlelerinin basit birer aracı haline gelir. Yine de, bu tür krizlerde ‘mevzuatın’ izlenmesi şarttır, çünkü sistemi yolda tutabilecek bir şeylere ihtiyaç vardır. Lakin, mevzuata uymak bizi yolda tutmayı başarabilse de, doğru yolda tutmayı başaramayabilir. Doğru yolda olmamızı sağlayacak başka rehberlere bakmaya ihtiyacımız vardır. Aksi halde, yolda olduğumuz halde kendimizi ters şeritte hızla üzerimize gelen bir tır ile burun buruna bulabiliriz.
Bu tür kaotik siyasal iklimlerde normatif teorilere, genel ilkelere veya mevzuata sığınmanın konforu ve verdiği güvenlik hissi yüksektir. Diğer taraftan, aynı kaotik ortam gelmekte olan ancak henüz gerçekleşmemiş bir çarpışma için uyarıda bulunmaya ve buna engel olmaya çalışan kişiyi, gaipten haber veren veya görülmeyen sivrisinekleri kovalayan bir şaşkın veya meczup durumuna düşürebilir. Bu kişilerin aynı anda hem haklı (meseleyi doğru okumak bakımından) hem başarılı (çarpışmaya engel olabilmek bakımından) olması ise çok zordur. O gün 28 Şubat siyasî operasyonunu görenler ve buna karşı duranlar, belki de buna engel olmada başarısız oldukları için bugün haklı çıkmış oldular. Düşünsenize, o zaman 28 Şubat iyi teşhis edilip, ona karşı mücadele başarıya ulaşsaydı, bugün 28 Şubat darbesinden değil, en iyi olasılıkla bir takım girişimlerden veya kalkışmalardan bahsediyor olacaktık. İşte bu da ben ve benim gibi siyasî tavır alanların trajedisi olsa gerek.
Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlanmıştır.