“Herkes görmek istediği Gezi’yi gördü”
Röportaj: Maaz İbrahimoğlu, Milat Gazetesi
Gezi Direnişi’nde birçok çevre kendi içinde bir kutuplaşma yaşadı. Sarsıcı bir süreçti değil mi?
Öyleydi. Demokratlar da bölündü. Birçok insan bir daha konuşamaz hale geldi. Eğer bu akıl tutulması böyle devam edecek olursa, bir gün Gezi olaylarını yazan tarihçiler şöyle söyleyecek; “Yıl 2013’tü, birbiriyle kavga eden Türkiyeli bir grup aydın bir parkta topluca aklını kaybetti.”
Ama şimdi değişti diyorsunuz…
Gezi Parkı’ndaki hoyratça müdahale bir ilki, çokları için siyah ile beyazın birbirine karışmasını ifade ediyordu. “Doğru ile yanlışın birbirine karışmasından hep yanlış kazançlı çıkar” der bir düşünür. Sonrası tam da öyle oldu. Hükümetin parktaki yüzü bazı demokratları çok fazla sarstı, eski bagajlar yeniden canlandı, hatta eski arkadaşlıklar da. Ve onları bambaşka bir noktaya savurdu. Bazıları, CHP veya ulusalcı kanatta kalan eski arkadaşlarıyla yeniden buluşup dertleşmeye başladı. Öyle sanıyorum ki, aşırı tepki vermelerinin polisin tutumunu veya hükümetin hatalarını epeyce aşan böyle bir arkaplanı da vardı.
Neden peki?
Galiba geçmişten gelen pek çok şey açığa çıktı. Demokratikleşme sürecinde birlikte mücadele ederken ötelenen ideolojik önyargılar nüksetti, sınıf refleksleri ortaya çıktı. Bu süreçte pek çok insanın kötü bir sınav verdiğini ve kaybettiğini düşünüyorum. Muhtemelen başkaları da benim için düşünüyordur.
Şimdi değişen ne oldu o halde?
Bu refleks ve önyargılar eskiden de vardı ama her şeyin siyah beyaz olduğu günlerde, bu bagaj pek çok demokratın safta yan yana durmasını engellemiyordu. İçlerine tam sinmese bile, örneğin Ak Parti’nin demokrasi konusunda şöyle veya böyle adım atmaya CHP ve MHP ekseninin ise engellemeye çalıştığı dönemde belirginleşmiyordu belki de.
Son yazınızda belirtmiştiniz, bir arkadaşınızla tartıştığınızı…
Olaydan sonra hükümete güveninin kalmadığını söyleyen ve Çözüm Süreci’ne ilişkin anlamsız eleştiriler yapan bir arkadaşıma “Gezi Parkı bu ülkede şahit olduğumuz ne en korkunç olay, ne de ilk. O halde önceki her şeyden farklı olarak, örneğin Roboski’den farklı olarak bu olayın neden seni böylesine etkilediği üzerine bir düşün” dedim. Ama bu argümandan çok etkilendiğini sanmıyorum. Çünkü bu sadece akıl mantık meselesi değil.
“Gezi eylemleri meşruluğunu kaybetti”
Sizin tutumunuz ne oldu bu ayrışmada?
Başlangıçtaki müdahaleyi yanlış buldum ve eleştirdim. Ama sonrasında işin rengi değişti. Gerçekten de orada, ülkeyi yönetilemez hale götürecek bir kaos için uğraşan bir irade de devrede görünüyordu. Bireylere yönelik şiddete, ırkçı ve derin medyanın manipülasyonu eşlik etti ve “Gezi eylemleri” meşruluğunu kısa sürede kaybetti. Hükümet tüm sert söylemlerine rağmen bir şekilde geri adım attığında ise bazı çevreler ısrarla ve inatla gerilimi sündürmek için elinden geleni yaptı. Altı can gitti ve bundan sadece olayı kötü yöneten hükümet değil, fırsat bu fırsat gerilimi derinleştirmeye yönelik sürekli çağrı yapan, olayın nereye gittiğini göre göre olayı kanırtanlar da sorumlu. Ama hiçbir ahlaki sorumluluk hissetmiyorlar gördüğüm kadarıyla. Bir hususu atlamamak gerek, bütün bunlar, oraya gidenler arasındaki demokratların varlığını perdelememeli. İki durumu ayrı ayrı görmek gerek. Liberal gençler de oradaydı, İslamcılar da. Büyük bölümü işin rengi değiştiğinde ayrılsa bile…
Olayın başına dönelim. Kolektif bir tepkiydi ortaya çıkan. Neye bağlamalı bunu?
Elbette sadece ağaç meselesi değildi. Uzun bir zamanın biriktirdiği muhalefet, bir parkı koruma duyarlılığı gibi kimsenin itiraz edemeyeceği meşru bir kanal üzerinden bir patlama şeklinde açığa çıktı. Hükümeti geriden eleştirenlerle ileriden eleştirenler, ulusalcılar ile demokratlar birlikte tepki verdi. Erdoğan karşıtlığı onları bir süre için bir araya getirdi. Ulusalcılar oradaki Kürtlere tahammül ettiler, Kemalistler demokratların sloganlarını görmezden geldi.
Guardian, “İktidar öylesine güçlü biçimde ellerindeydi ki, Erdoğan’ı ancak Erdoğan mahvedebilirdi. Küçücük bir parktaki önemsiz bir protestoyu ulusal bir olağanüstü hale dönüştürerek, bunu kendisi yaptı” diyor. Gerçekten böyle mi oldu?
Oradaki insanlara karşı kullandığı dışlayıcı dil ve protestoya müdahale ediş biçimi bakımından başlangıçta evet. Bunlar belki de söylendiği gibi lokal kalabilecek bir sorunu kolektif bir sorun haline getirmenin ilk adımıydı. Ama tüm hikaye bundan ibaret değil. Herkes orada aynı amaçla bir araya gelmedi. Özellikle ikinci ve üçüncü günde kendisini gösteren bir başka tür bir şiddet daha vardı. Olayın rengi değişti. Ankara ve İstanbul’da bazı grupların hedefi doğrudan Başbakanlık ofisleriydi. Hükümet bu noktada planlı bir kalkışmayla karşı karşıya olduğunu düşündü. Planlı veya değil ama kayda değer bir kaygıydı bu. “Eğer oradan Mısır’da basılan İhvan merkezindeki gibi bir fotoğraf verilseydi, bugün farklı bir ülkede olabilirdik” diyordu biri.
Tek bir boyutu yok diyebiliriz o halde bu meselenin…
Meselenin bu boyutunu bilmem ama birçok insana nefret temelli saldırı suçu olarak yansıyan insan hakları ihlalleri yaşandığını yakinen biliyorum. Başörtülü kadınlar birçok ildeki “Gezi Eylemleri” esnasında saldırıya uğradı. Genç kadınların twitterda birbirlerine “orada ulusalcılar var, güvenli değil, şuradan geçin” şeklinde uyarı mesajları gönderdikleri bir ülke olmanın utancını yaşadık. Bazıları “olmamıştır” diyerek veya devletin geleneksel “münferit” söylemini tekrarlayarak bunu küçümsemeye çalıştı ama vardı bu kötülük ve münferit falan da değildi. Kesin olan bir şey vardı: Gezi eylemleri sadece Gezi’dekinden ibaret değildi. Ama herkes görmek istediği Gezi’yi gördü.
Etyen Mahçupyan, “Gezi gençliği ve hele Taksim Dayanışması denen kart abiler hareketi en az Başbakan kadar otoriter bir çizgi izliyor” diyerek Gezi sözcülerinin eylemcilerden kopuk olduğunu belirtti.
Onların dili de kınadıklarından daha az buyurgan değildi. “Sizin dediğiniz olmayacak, yargıya bırakmayız, referandum da olmaz” derseniz, ben de “sizin dediğinizin olmasının meşruluğu nereden geliyor?” diye sorarım. İktidarı ne kadar eleştirirsem eleştireyim, ben bu zihniyetin iktidar olmasından daha çok korkarım. Çünkü Tek Parti Dönemini ve sonrasında 70’li yılların solculuğunu ifade eden tipik totaliter dil bu. Demokrasilerde bir parkın nasıl düzenleneceğine ilişkin karar son tahlilde seçilmiş siyasi aktörlerindir, kendisini buna yetkili hissedenlerin değil. Cihangir’in seçkinlerinin Dolapdere’deki berberden daha fazla belirleyici olması gerektiğini iddia edemez bir demokrat. Ama Türkiye’de eder.
“Dünyada Müslüman demokratların imajı ciddi anlamda tahrip oldu”
Ayrıca “AKP iktidarı basiretsiz siyasetin bedelini belki oy kaybı ile ödemeyecek. Ancak kutuplaşmanın ve sosyal kırılmanın niteliksel sonuçlarını bir yük olarak taşımak zorunda kalacak. Bu ‘yük’ İslami kesimin günümüz dünyasında meşru ve adil bir yönetim kurabilme yeteneğinin sorgulanmasını ifade ediyor ve bu değerlendirmenin Batı dünyasındaki Türkiye karşıtları tarafından hayâsızca kullanılması kimseyi şaşırtmamalı” yorumunu yaptı Mahçupyan. Siz ne dersiniz?
Kriz zamanları, adil ve demokrat olanlarla olmayanları ayırmak için bir fırsat sunuyor bize. Etyen Mahçupyan, duruşu ve bilgece yorumlarıyla, böyle bir dönemde beklenen adil sesi vermesiyle, sürece damgasını vuran birkaç isimden biri oldu.
Mahçupyan’ın sözlerine dönecek olursak…
Evet, Ak Parti gerçekten oy artırmış olabilir, gelen oy gidenden fazla olabilir. Çünkü Ak Parti’nin ağırlıklı olarak oy aldığı alt ve orta sınıflar, ikinci günden itibaren ağaçların ötesindekinden kaygı duymaya başladılar. Tava tencere sesleri onları ürkütücü bir yakın geçmişe, çocuklarının geleceğinin çalındığı 28 Şubat günlerine götürdü. Gezi’de gördükleri sadece bir çevre duyarlılığı değildi; onun üzerinden kendi iradelerinin ezilmek istendiğini hissettiler. Ve bu algı, hükümete yönelik eleştirileri erteleyip onun yanında durmaları gibi bir sonuç ortaya çıkardı. Gezi, Erdoğan karşıtlığı üzerinden birlikteliğe ulaşınca toplumun diğer kesimi de yine Erdoğan tarafında birleşmekle tehlikeyi def edebileceğini düşündü. Nefretin vücut bulduğu seçilmişi destekleyerek geçmiş kabusları uzaklaştırmaya çalıştı.
Korkunun nasıl bir anlamı vardı onlar için?
Yani “Gezi parkıyla ilgili hükümetin yaptığı düzenlemeyi eleştirebiliriz ama galiba bu insanlar eğer gücü tekrar ellerine geçirecek olurlarsa bizi eskisi gibi bir tür parya durumuna getirecekler” diye korkmaya başladılar. “Parktı, çevreydi derken, alavere dalavere iktidar bizim seçtiğimiz insanların elinden yine alınacak” diye korktular. Bu korkuyla beraber 27 Mayıs ve 12 Mart sürecindeki özellikle kitlesel gösterilerin militarizmi getiren işlevleri akıllara geldi. Bu nedenle tekrar hükümetin yanında toplandılar. Kazlıçeşme’deki devasa mitingde, daha önce hiçbir Ak Parti mitingine katılmamış olanlar da vardı.
Haklı bir korku muydu bu?
İktidarın defalarca böyle el değiştirdiği bir ülkede kim haksız diyebilir? Eylem Planları”nı, komutanların yakın dönemdeki tehditkâr ses kayıtlarını hatırladıkça, Gezi eylemlerini hararetle destekleyen bazı ırkçı, ulusalcı, nasyonal sosyalist çevrelere ve yayın organlarına bakınca, devletin derinlerindeki bazı kötü ruhların devrede olabileceğini akla getirmek için paranoyak olmak gerekmiyor.
Dünyada nasıl algılandı bu olay?
Hükümetin krizi iyi idare edememesi gerçekten de hem ülke içinde, hem dünyada vermeye çalıştığı siyaset üstü mesajı, günümüz dünyasına adalet temelli bir eleştiri getirme iddiasını zedeledi. Dünyada Ak Parti’nin, Erdoğan’ın ve yükselen ekonomisi ve demokrasisiyle Türkiye’nin karizması ciddi anlamda tahrip oldu. Ak Parti Hükümeti, sadece dünyada küresel statükoya itiraz potansiyeli olan bir siyasi aktör değil, aynı zamanda İslam dünyasında demokrasinin taşıyıcısı olan Müslüman demokrat bir hükümet olarak görülüyor ve bütün bir coğrafyada ilgiyle izleniyordu. Arap dünyasındaki seküler elit açısından bile. Türkiye’den yansıyan dehşet görüntüleri, buradaki durumun çok vahim olduğu şeklinde bir algı oluşturdu. O bakımdan dışarıda çok şey götürdüğü söylenebilir. İslam dünyasına demokrasiyi layık görmeyen bazı Batılılar ile Doğu’daki anti-demokratik elit bu imajdan farklı gerekçelerle memnun görünüyor.
“Gezi Eylemlerinin bir ekonomi politiği var”
Bu eylemde sınıfsal farklılıklara işaret ettiniz? Bunları biraz açar mısınız?
Türkiye’de ciddi bir dönüşüm var. Ekonomik ve sınıfsal bakımdan önemli bir dönüşüm bu. Eskinin avantajlıları, Kazım Berzeg’in “eski sınıf” diye tanımladığı ayrıcalıklı kesimler, eşit olmayı hazmedemediler. Gezi olayı yaşanmadan çok önce de, Avrupa Birliği reformları gümbür gümbür devam ederken de bu kesimde ciddi anlamda bir tepki vardı. Hatta Ak Parti kurulduğundan beri. Varlıklı semtlerin sakinlerinden, bazı özel okullardan mezun olanlardan AK Parti’ye üye olanlar, oy vereceğini açıklayanlar çok ciddi bir şekilde tepki alıyor ve adeta tecrit ediliyorlardı. O sınıf Ak Parti’yi hiç içine sindiremedi. Onların dünya görüşünü ve sembollerini de. Ünlü bir tiyatro sanatçısı, başörtülü kadınların Nişantaşı’daki kafelerde para verilerek oturtulduğunu bile iddia edebildi. Yalan söylediğini düşünmüyordu bence, hakikaten inanıyordu bunun ancak böyle olabileceğine. İşin kötüsü, bu ruh hali sadece ona özgü değildi. İlginç olan, sosyalist Türk solunun dine ilişkin hastalıklı bakışı yüzünden bu sınıfsallığı hiç görmemesi.
Buradaki sınıfsal refleksi de görmek lazım yani…
Evet… Eskinin egemenleri yeni sınıflara çok tahammüllü değiller. Ama hep böyledir bu. Türkiye’deki egemen sınıfa özgü değil. Dikkat edin tencere –tavalı eylemler en yaygın olarak zengin semtlerde yapıldı. Varoşlarda, yoksul semtlerde bu tarz eylemlerin neredeyse hiç olmaması tesadüf değil. Yani Cihangir, Fulya, Nişantaşı yıkılırken Bağcılar’da ya da Sultanbeyli’de ses bile çıkmaması sadece duyarsızlıkla açıklanamaz. Duyarlılığın ve duyarsızlığın da bir ekonomi-politiği var.
Bunu görmek çoklarını rahatsız ediyor değil mi?
Öyle ama durum bu. Aleviler dışında alt ve orta sınıflardan bu eylemlere yaygın bir destek olmadı. Özellikle bu olayların tırmandığı günlerde Ankara’da, Hatay’daki gösterilerde daha çok Aleviler vardı ve Ali İsmail Korkmaz örneğinde hayatını kaybedenler daha çok onlar oldu. Bu da hükümetin kulağına küpe olmalı. Çünkü “çözemediğiniz sorun başka bir alanda karşınıza çıkar ve siz şaşırır kalırsınız” diye çok yazdım söyledim daha önce. Hala da yapılması gereken bu: Alevi Sorununu hak temelli biçimde çözmek.
Birçok yazar Gezi’deki kitleye sürekli bir apolitik imaj pompalandı. Oradaki kitleye insani bir talep imajı verildi. Böylece ideolojik-politik olan hasıraltı edilmeye çalışıldı.
Oysa benim gördüğüm Gezi’deki parti, dernek gibi politik kurumları çıkardığımızda ortada hiç de apolitik bir kitle kalmıyordu…
Orada elbette bir politik duruş vardı ve bu kötü bir şey değil. Politik mesaj her zaman doğrudan verilmez. Örneğin Erdoğan’ı destekleyen alt sınıflardan bir birey, “Hitabeti iyi, güzel konuşuyor, çok dindar bir insan” gibi bir gerekçe dile getiriyor. Sınıfsal olarak karşı çıkan ise “Dili kötü, falanca konuda yaptığı hataydı” diyor. Her ikisini söylediği aynı anda doğru olabilir. Ama ikisi de tek başına bir gerekçe değildir.
Gezi de Kürtler vardı ama bu eylem onlar için epeyce elit kaldı. Çünkü oradaki kitlenin sahip olduğu internet ve İphonelar Kürtlerde yoktu. Yani Kürtler sosyal medyada kendilerini ifade edemediler. Ayrıca “Kürtler dışarı” ya da polise “bize niye gaz sıkıyorsunuz gidin Kürtlere sıkın” diyen bir zihniyet de vardı; gözardı edilmeye çalışılsa da… Siz Kürtlerin konumunu nasıl görüyorsunuz?
Genelde Kürtlerin, özelde BDP’nin tavrını olumlu buluyorum. BDP oradaki yanlışı eleştirdi ama ırkçı, cinsiyetçi, ulusalcı, ittihatçı, Kemalist renklerin birleşmesini görünce de kendisini o rengin dışına çıkardı. Ve bunun çözüm sürecini baltalayan bir girişime doğru evirilme potansiyelinin de erken farkına vardı. Ama BDP’de hala arkaik Türk solunu gereğinden fazla önemseyen bir yaklaşım tarzı var.
“Ak Parti ile liberallerin ittifakı sona mı erdi?”
Bu güne kadar Erdoğan’a destek veren pek çok demokrat yazar Gezi’de Erdoğan’ı suçladı. Yine liberallerin Ak Parti’yle ittifakının sona erdiği söylendi. Cengiz Çandar bir yazısında; ‘Ak Parti’yi iktidara getiren ‘geniş koalisyonun muhtemelen sonsuza dek sona ermiş olabileceği’ hükmünü verdi. Gerçekten bu koalisyon sonsuza dek sona mı erdi?
Malum, bazı liberalimsi yazarlar her sene bu ittifakın sonlandığını açıklarlar. Buna itibar edecek olursak, her yıl sonlandığına göre, ittifakın arada biz fark etmeden sürekli yenilendiği sonucuna varırız. Oysa yok böyle bir ittifak. Ama ille de bu kavramı kullanacaksak, ben temel bazı değerler ve ilkelerle ittifak içinde olduğumu söyleyebilirim.
Değerlerle ittifaktan kastınız ne?
Ben Kürt sorununa barışçı çözümle ittifak içindeyim. Alevilerin haklarının iade edilmesini, başörtülü kadınların kamusal alanda ayrımcılığa tabi tutulmamasını istiyorum. Lozan bahane edilmeden azınlıkların bütün haklarının iade edilmesini istiyorum. Ben bunları savunurken karşımda iki ana eksen var; birisi şöyle ya da böyle bu ilkelere göre adım atan hükümet, diğeri ise onun karşısında durup, hep daha geri bir noktadan, engellemeye çalışan CHP-MHP. Bu durum devam ettikçe bu ittifak görüntüsü de devam eder. Çünkü bütün yaşananlara rağmen Ak Parti hükümeti hala bu ülkenin en demokratik siyasi aktörü.
Daha çok bir yan yana gelişten söz ediyorsunuz o zaman…
Öyle de denebilir. Ben kendi gündemimi izliyorum ve bu yolda yanımdaki siyasi aktörle yan yana görünmekten rahatsız olmam. İdeolojik önyargıları veya sınıfa sadakatleri nedeniyle “Akepeli görünmeme” kompleksine sahip olanlardan da değilim. Bu nedenle bu tarz değerlendirmeler yapmak mantıklı değil ve ufuk açıcı değerlendirmeleriyle bildiğimiz yazarlara yakışmıyor. Yarın örneğin Tekke Türbe yasağını kaldırmaya en yakın siyasi aktör hangisidir? Cevabı biliyoruz. Bunu yapmak istediğinde desteklemeyecek miyiz? O zaman da o “koalisyon” görüntüsü olmayacak mı? Bunu söyleyenler kendileri ne yapacak? “Ben bu hükümete küstüm, desteklemiyorum” mu diyecek?
AK Partinin yükselişini statükocu muhalefetle durduramayan CHP, bu sefer topyekûn bir demokratik söyleme dönüştü. CHP bunu devam ettirebilecek mi yoksa Gezi için bir manevra mı yapıyor?
Ben pek öyle bir söylem görmüyorum. Demokratlık CHP için sürdürülebilir değil. Yarın Sivil anayasa, devletin ideolojik tarafsızlığı, anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesi söz konusu olduğu zaman CHP eski fabrika ayarlarına geri dönmek zorunda kalacak.
Bundan sonra ne olmalı, hükümet ne yapmalı?
Kapsamlı bir demokratikleşmeye girişmeli, dilini üslubunu değiştirmeli, ulaşımı engellemedikçe bütün alanları toplantı ve gösterilere açmalı ve burada sınır sadece başka bireylerin hayat, hürriyet ve mülkiyet hakkı olmalı. O sıkça sözü edilen “Gezi ruhu” varsa ve bu ruh iddia edildiği gibi demokratsa, yarın anadilde eğitim veya başörtülü kadınlara kamuda çalışma hakkını iade etmeyi gündeme getirdiğinde, bakalım bu koalisyon haklardan yana taraf olacak mı. Olursa ne ala, ama olmazsa bu illüzyon da dağılmış olacak. Her iki durumda da görüntü netleşecek, gerçek ortaya çıkacak.
“Mısır’daki cunta yenilecek”
Biraz da gündemdeki diğer bir konuyu ele alalım. Mısır’daki darbe Türkiye’de başta CHP’li Birgül Ayman Güler olmak üzere pek çok kişi tarafından savunuldu.
Mısır için neyi istediğinize söyleyin, size Türkiye için neyi istediğinizi söyleyelim. CHP’den birilerinin darbeyi savunması haber değeri taşımıyor. Ve galiba bazı şeyler hiç değişmiyor. Ama Türkiye’de herkes açık sözlü değil. Çoğu daha kötüsünü yaptı, siyaseten doğruculuğun sınırlarını ihlal etmeden darbeye utanç verici bahaneler üretmeye çalıştı. Mısır’ın demokratik bir seçimle gelen meşru yöneticilerinin hatalarını mercek altına almakla kalmadı, bunları sürekli olarak darbe tartışmasının içine kattı. Sanki ikisi aynı terazide tartılırmış gibi.
Siz Mısır’daki darbenin nasıl sonuç vereceğini düşünüyorsunuz? Mursi görevine geri dönebilir mi?
Darbe yenilecek. Çünkü cin şişeden çıktı ve artık hiçbir firavun eskisi gibi, eskisi kadar rahat edemeyecek, Mısır’da da bölgede de. Mursi’nin göreve dönüp dönemeyeceğini oradaki mücadelenin niteliği belirleyecek. Ama silah zoruyla hakkı gasp edilenler bir şekilde daha güçlü biçimde geri dönecek, Mursi’li veya değil, bunu biliyorum.
Türkiye’nin Suriye politikasındaki değişiklikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim kırmızı çizgilerimiz vardı. kerameti kendinden menkul bürokratlar tarafından çizilen sınırlarımız. Bunlardan biri sınırların öte yanında bir Kürt devletine veya oluşumuna asla izin vermemekti, diğeri de komşu ülkelerin toprak bütünlüğünü korumak. Eski Türkiye’nin korkularıydı bunlar. Kendi Kürtlerinin varlığını inkar eden, yaptığının haksızlığını da bilen, bu yüzden de sürekli savunmada olan bir Türkiye. Ve onun dar görüşlü diplomatlarınca günü idare etmeye yönelik açıklamalarıyla yürütülmeye çalışılan bir dış politikası. Şimdi inkarı sonlandırmış ve Çözüm Sürecinde bir ülke ve artık ufku çok daha geniş bir dış politika var. Öyle ki, PYD lideri Türkiye’ye geliyor ve bir anda bütün tabular altüst oluyor.
PYD başkanı Türkiye’ye geldi. Türkiye Suriye Kürtlerine yönelik nasıl bir politika geliştirmeli?
Suriye’nin geleceğine, Suriye Kürdistanı’nın özgür Suriye’nin bir parçası olup olmayacağına, olacaksa statüsüne Suriye halkı karar verecektir ve başkalarına da bunu tanımak düşer. Siz içeride sorununuzu çözerseniz, bu ihtimallerden hiçbiri sizi tehdit edemez. Bakın, daha sorun tam çözülmediği halde, çözüm sürecinde olduğumuz için ülke ne kadar özgüvenli hale geldi. Irak Kürdistanı ile ilişkiler için de geçerli bu. Benim için Suriye’nin bütünlüğünden daha önemlisi, Esad diktatörlüğünün daha fazla can almadan alaşağı edilmesidir. Bu bağlamda oradaki tüm grupların demokratik dayanışma içinde aynı safta olmalarını dilerim.