Cumhuriyet’in kuruluşunda dine karşı ciddi bir antipati ve kibirli bir bakış temel ideolojik karakterdi. Pozitivist, radikal aydınlanmacı İttihatçılar ve onların B takımı Mustafa Kemal ile arkadaşları, Osmanlı’nın yıkılış nedenini, İslam’ın akıl ve çağdışılığına bağlamışlardı. 1793’te Jakobenlerin bir süre Hıristiyanlığı yasaklamalarından feyz aldıkları belliydi. Maalesef Türkiye’nin koyu dindar halkları böyle bir şeyi kabul edecek olgunlukta değildi henüz. O nedenle sadece İslam’ın kamulaştırılmasına girişildi. Avrupa’nın dini sadece “öteki” dünyaya değil, başka bir evrene postalamış olması ne iyi olmuştu! Bu sayede Avrupa cenneti akıl aracılığı ile yeryüzüne indirmiş, zenginliğe, adalete bu dünyada yaşarken de ulaşılabileceğini göstermişti. Bolşevikler de aynı yoldan gidiyor, Ortodoks-Çarlık arkaizmini dini çökerterek aşıyorlarsa, bunda bir hikmet olmalıydı. Rasyonel Batı, arkaik Doğu’yu teslim almış ve Doğu bu üstünlüğü kabul etmişti. Artık Batı’yı taklit etmekle ondan nefret etme arasında debelenmekten başka bir şey yapamayacaklardı.
Ama madalyonun diğer yüzü pek de öyle değildi. Radikal aydınlanma yeryüzüne cenneti indirmişti ama, bu bölge nedense Avrupa olmuştu. Avrupa’ya cennet inerken, aynı anda Güney Amerika, Afrika ve Asya’da cehennemler kuruluyordu. Soykırımlar çağı açılmıştı ve aynı akıl, insanların nasıl daha hızlı, ucuz ve çok sayıda katledilebileceğinin icatlarını da yapıyordu. Dünya Savaşlarında yaşanan aşkın vahşeti gören Woolf, Yesenin, Kleist, Mayakovski ve Trakl gibi aydınlar arkalarında hüzünlü eserler ve notlar bırakarak intihar ediyorlardı. Birinci ve İkinci Dünya savaşları arasında aydınlar arasında tam bir intihar patlaması yaşanmıştı. Bütün değerleri ve idealleriyle Avrupa kültürünün modern Hitler faşizmi altında yok olduğu gerçeğiyle yüzleşmek onlar için mümkün değildi. Yüzleşmek yerine ölüm daha yeğdi.
Ve şu din denen şey bir türlü ölmüyordu. Hayalet gibi sürekli geri geliyordu…
Dünya savaşlarında 70 milyon insan öldü. Stalin tek başına 20 milyon insanı katletti. Soykırımlar, bugüne kadar devam ediyor. Soykırım bir Batı teknolojisidir. Evet, o da buhar makinası gibi modern bir icattır.
Sadece 20. yüzyılda, insanlık tarihinin toplamından daha fazla insan öldürülmüştür.
Taliban’ın esirlerin kafasını kesmesi ile Afganistan’da, Pakistan’da ABD helikopterlerinin sivilleri, çocukları füzeyle parçalaması arasında sadece “şıklık” nüansı vardır. Asıl fark sayılardadır. 11 Eylül saldırılarında öldürülen insan sayısı ile bunun yol açtığı Irak işgalindeki katliamın boyutu mukayese bile kabul etmez. Ama modern akıl, diğerini daha vahşi ve yıkıcı gösterir. Allah adına cihat arkaiktir ama, demokrasi adına bir milyon Iraklı’nın katledilmesi farzdır.
Bu çifte standart bir türlü sorgulanmaz. Aklın ve ruhun insan denen bütünü oluşturduğu ve insanın erdemleri olduğu kadar, karanlık bir doğaya da sahip olduğu ihmal edilir. İyiler Batı’ya, kötüler Doğu’ya atfedilir sürekli.
Dinin tüm kötülüklerin anası, aklın da her derdin devası olduğu bir saplantı haline gelmiştir ve bu konunda Batı da, ülkemizdeki güzide laiklerimiz de yüzyıldır çok fazla yol kat edemedi. Bir Avrupalı yazar, sohbetimizde, dindarları tehdit ve hakir görmenin, demokrasinin temel değerleri ile çeliştiğini kabul etmek zorunda kaldığında, “Biz dinin dönüşü ile birlikte, reform ve aydınlanma ile kazandıklarımızı kaybetmekten, karanlık çağlara geri dönmekten korkuyoruz” diyerek çifte standardını meşru göstermeye çalışmıştı. Peki, o yüce akıl, akıl dışı korkulara neden derman olamıyordu ki! Belki de bunu anlamak için psikanaliz gerekliydi. Akıl ile korku, önyargı ve saplantı yan yana şık duruyor muydu hiç!
Bu çelişki kendisini son olarak Mısır’da gösterdi. Batı, seçilmiş önyargısı ile kendi değerlerini çiğnedi ve ahlaksız, kanlı bir darbeyi destekleme seviyesine kadar indi. Türkiye’de de buna paralel bir ahlaksal-ilkesel düşkünlük sergilendi.
Eş zamanlarda, Türkiye’de Ramazan’la birlikte yine din tartışmaları gündeme oturdu. Bir tasavvuf hocası, hamile kadınların sokakta yürümelerinden terbiyesizlik olarak bahsetti mesela. Üstelik devlet kanalı TRT’de! Bunun üzerine kıyamet koptu. Böyle bir şey nasıl olur da söylenebilirdi? AK Parti’nin yönettiği Türkiye’de yaşam biçimleri yine büyük saldırı altındaydı. Neden Müslüman camia bu adama yeterli hızda haddini bildirmemiş, neden güvenleri sarsmış, demokrasiye sadakatini göstermemişti? Gezi krizi boyunca boşuna mı “Erdoğan istifa!” denmişti? Bir ispat daha gelmişti işte!
Hayır, hükümetin çağdaş-laik-demokratik kadınları eve hapsetme hamlesine karşı konacaktı! Onurlu seküler direniş başlamıştı. “Direnhamilekadın” tag’ları, “Hamile de kalırım, sokağa da çıkarım” sloganları hazırdı.
İslam’ı eleştirmek, hatta hakaret etmek düşünce ve ifade özgürlüğüne giriyordu ama, aynı yüksek standart dindarlar için uygulanamazdı. Kural öyleydi. Öyle kabul edilmeliydi. Ayıptı. Hatta sorgulanmamalıydı. O kadar!
Peki, bu samimiyet testini yapma hakkını laiklere kim veriyordu? Çifte standardı demokrasi, çağdaşlık diye yutturmak değil miydi bu? Bu hiyerarşiyi kim dayatıyor ve bunu ne hakla yapıyordu? Son on yıldır, her türlü darbeye, reformlara, Ergenekon, Balyoz sanıklarına kalpaklı bayrağını kapıp sokaklara dökülerek sahip çıkan, Gezi’den bir siyaset mühendisliği çıkartmaya çalışan ulusalcı-laik kesimlerin ve sözde aydınların bu ülkede yaşayan diğer insanların güvenini ne kadar sarstığının önemi yok muydu hiç? Şımarıkça, sınıfsal kibirle, sürekli olarak dindarlara parmak sallamanın bu ülkedeki milyonlarca insanı ne kadar yorduğunu hiç düşünüyorlar, buna tenezzül ediyorlar mıydı?
Fabrika ayarları böyleydi. Cumhuriyet bu zihniyet üzerine kurulmuştu ve bu kibir öylesine derinlere işlemişti ki, ummadığınız insanlar bile, demokratikleşmenin bir safhasında havlu atıp, laik cemaatlerinin konforlu ayrıcalıklarına dönüyordu.
Bu ülkede dindarlar yaşıyorlar, varlar ve kendilerine dair her düşünceyi, laikler kadar dile getirmeye hakları var. Bu düşünceler sarsıcı ve laikler tarafından kabul edilemez olsa da… Kimseye samimiyetlerini göstermek, her açıklamaya anında tekzip göndermek zorunda değiller. Başörtüleriyle veya dindarlara dair ne varsa onlarla gelecek, vekil de, cumhurbaşkanı da, yargıç da olacaklar. Düşünce ve ifade özgürlüğünden herkes gibi faydalanacaklar. Fazıl Say’ın homurtuları düşünce özgürlüğüne giriyorsa –ki girmeli-, bir tasavvuf hocasınınkiler de o alana giriyor. Kimsenin düşüncelerine haciz koymaya kimsenin hakkı yok ve bu laikler için de, dindarlar için de geçerli.
Ancak Türkiye’de asıl sorununun ulusalcı-laik şımarıklığı ve gündeme tasallutu olduğu görülüyor.
AK Parti’nin her yasası, Erdoğan’ın her sözü, bilmem kim hocanın her açıklamasının ardından bir rejim krizi çıkarılması artık kabak tadı verdi. CHP çarşaflı kadınlara rozet taktığında, Anıtkabir’de seküler ayin düzenlediğinde bu bir erdem kabul edilirken, dindar bir partinin tavırlarına yönelik başlayan “yaşam biçimlerine tehdit” tartışmalarının ikiyüzlülüğü, yüzeyselliği artık bulantı yaratıyor.
Muhafazakâr varsılların gittiği bir mekâna casus gibi sızıp, tüm din bilgisi cehaletiyle iftar öncesi mescidin boş olmasına suçüstü yapan bir gericilikle yaşamak, bunca gerçek derdimiz için gerekli enerjiyi bu pespayeliğe kurban vermek, bana içi boş irtica tehdidinden daha usandırıcı geliyor. Gezi’den sonra bu zorlama tartışmaların artış göstermesinin de algı mühendisliği olduğunu düşünüyorum. Belki ikinci bir Gezi için cephane biriktirmek gibi bir şey, alttan alta merkez medyada pişiriliyor. Dindarlar da, Ekşi Sözlük’te peygambere hakaret edilmesine mümin sağduyusu ile değil lümpenlikle karşılık verdiklerinde, kâbus başlamış oluyor.
AK Parti’nin icraatlarından bir “İrtica” çıkarmak, bir gerçekliğe değil, bir temenniye dayanıyor. Siyaseti atlayıp, mühendisliğe sığınmanın tembelliği… Evet, bu ülkede yobazlık var, ama bu yobazlığı dindarlar değil, ulusalcı laikler temsil ediyor. O yobazlık sahte bir polis gibi dindarları her kavşakta çeviriyor ve arama yapıyor. Buna hakları yok. Ama büyük bir densizlikle bu bir çağdaşlık mücadelesi olarak sunuluyor.
Ulusalcı laikler, laik dindarlarla eşitliği hazmetmedikleri müddetçe bu ülkede etkili bir siyasi temsiliyet kazanamayacaklar. Mısır’daki darbeye bakıp bakıp iç geçirmekten başka bir teselli de olmayacak onlar için.