Başbakan idam cezasını savunuyor. Muhtemelen geri gelmesini istiyor.
Aynı AK Parti, 2002’de, 53 milletvekilinden 47’siyle, Meclis idam cezasını kaldırırken olumlu oy vermiş, partinin genel başkanı Tayyip Erdoğan, bu değişikliği ‘büyük bir başarı’ olarak nitelemişti..
Nereden nereye geldik..
‘Neden’ sorusuna yanıt aramadan önce, ‘ilkesel açı’dan söylenmesi gerekenler var.
Söz, bu ‘açı’yı Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde mükemmel tarif eden Şahin Alpay’da:
‘Demokrasi, sadece çoğunluk yönetimi değil, insan haklarıyla, temel hak ve özgürlüklerle sınırlı çoğunluk yönetimidir. Halkın ne kadar büyük bir çoğunluğu öyle istiyor olsa da parlamento insan haklarına aykırı kanun çıkaramaz; varsa bu tür kanunlar, onları yürürlükten kaldırmakla yükümlüdür. Yaşam hakkı temel insan haklarından biridir.’
Bu kadar basit…
Ölüm cezası insan haklarına aykırı bir cezadır..
Ölüm cezası telafisi olmayan bir cezadır…
Ölüm cezası, suçtan caydırıcı etki yapmadığı kanıtlanmış bir cezadır..
Bunları tartışmaya gerek bile yok..
Ölüm cezası olmasaydı, Menderes, Zorlu, Deniz Gezmiş, 12 Eylül’de darağacına gönderilen pek çok genç aramızda olurdu.
Demokratikleştiğini, değiştiğini, insan hakları ve özgürlükler konusunda yol aldığını, evrensel değerlerle kucaklaştığını iddia eden bir ülkede idam cezasının tekrar tartışılmaya açılması acı bir durumdur.
Üstelik bu tartışmasının değişim ve demokratikleşmenin taşıyıcı gücü olan bir siyasi parti ve bir aktör tarafından dile getirilmesi endişe vericidir.
İdam cezasının geri gelebileceğini sanmıyoruz.
Ancak bu cezayı savunmanın, geri çağırmanın sembolik ve politik anlamı sanıldığından daha derin ve ağırdır. Bu anlam zihniyete atılan bir neşter gibidir, güvenlikçi, otoriter, askeri halleri çağrıştırır.
Bu tespiti bir dönem AK Parti de yapmış..
Alpay hatırlatıyor, haklı, AKP’nin 2001’de kabul ettiği parti programı çağdaş demokrasiyi sadece çoğunluk yönetimi olarak değil ‘çoğunluğun hiçbir şart altında temel hak ve hürriyetleri tartışma konusu yapmaması’ şeklinde tanımlıyor..
Peki ne oldu da noktaya gelindi?
Bu sorunun pek çok diğeri arasında ağır basan bir yanıtı var:
Başarısızlık.. Kürt sorunuyla başetmekte başarısızlık..
AK Parti’nin benimsediği siyasi bakışın, yerleşik hizmet anlayışının, ‘muhatap istemeyen, verme üzerine kurulu ataerkil siyasi cihazları’nın bu sorunda sonuç vermemesi, Başbakan’ın yine bu konuda siyasete ve siyasi araçlara olan inancını azaltmıştır.
Böylelikle önce adım adım güvenlikçi politikalar öne çıkmış, genel tanımlara ve siyasaya ‘sorun ve ceza ilişkisi’ hakim olmuştur. Yıllarca ülkeyi boğan, ‘topluma, toplumsal taleplere ayak uydurma yerine, toplumsal sorunları, toplulukları yasak mantığına çekme, yasak ve cezayla imha etme’ tarzı ölümcül bir otoriter arayışa geri dönülmeye başlanmıştır…
İdam cezası savunusunun anlamı budur..
AK Parti’nin öyküsü, ‘başarı özgürleştirir, başarısızlık gerer’ deyişini doğrulayan bir örnektir.
AK Parti başarılı olduğu sahalarda özgürlükçü, sivil, değişimci bir dil tuttururken, zorlandığı, başarısız olduğu konularda sertleşen bir güzergahta yol almaktadır.
Şüphe yok, başarı siyasetin başarısıdır. Başarısızlık ise siyasetsiziliğin sonucudur. Demokrasi ve siyaset ilişkisi içerik açısından bu denli mutlaktır.
Aynı ilişki şekil açısından tayin edicidir.
Nitekim siyasi kararların kim tarafından, nasıl alındığı önemli bir sorudur ve bu, şu anda Türkiye’de önemli bir sorundur.
Lider aldığı oya dayanarak ‘ben ne düşünüyorsam, o, milletin düşüncesidir’ diyemez, demez demokrasilerde…
Bunun içindir ki, evrensel kazanımlar, insan hakları, kurumsal mekanizmalar ve katılım şekil açısından demokrasinin, demokrasi-siyaset ilişkisinin ‘olmazsa olmazı’dır.
Bizde de böyle olmalı..
Yeni Şafak, 14 Kasım 2012