Devrim Özkan – Siyasal Sistemimizde Devlet ve Birey Nasıl Konumlanmalıdır?

Siyasal sistemimizde bireyin ve devletin nasıl konumlanması gerektiği anayasa tartışmalarının birinci gündem maddesini oluşturmalıdır. Zira toplumumuzda içtimai hayatın nasıl sürdürüleceği buna bağlıdır.

Meseleye doğrudan temas etmek gerekir. Ne yazık ki anayasa hukukçuları Avrupa Birliği’nde egemen olan sosyal demokrat bakış açısının çizdiği çerçevede meseleyi ele almaktadır. Hâlbuki toplumumuzun geleneği, tarihi ve kendine has özellikleri dikkate alınarak özgürlük ve istikrarı uzun süreçte temin edecek yeni bir yaklaşıma ihtiyaç duyulmaktadır. Zira demokrasi adına Yunanistan ve İtalya’ya kukla teknokratları atayan AB’nin özgürlük ve demokrasiden ne anladığı problemlidir.

Öncelikle anayasa hukukçularımızın ilham aldıkları sosyal demokrasinin kökenlerine değinmemiz zaruridir. Belirtmek gerekir ki AB’de egemen olan özgürlük ve demokrasi anlayışı Avrupa’daki bakış açılarından sadece biridir. Şu an AB’nin inşası sürecinde etkili olan felsefe son iki yüzyıllık süreçte diğer bakış açılarını eleyerek egemen hale gelmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal demokrasi giderek artan bir biçimde Avrupa siyasetinin egemen felsefesi haline geldi. Muhafazakâr ve liberal partiler AB’nin oluşum sürecinde sosyal demokratların belirlediği hatta ilerlediler. Bu hattın felsefesi Habermas tarafından oluşturuldu ve sosyal demokratlar tarafından AB sürecinde uygulamaya geçirildi. Günümüzde, 1956’da Roma Antlaşması’yla kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun bütün işlevlerini 1992 yılında imzalan Maastricht Anlaşması’yla üstlenen AB politik bir bütünlük kazanmaya çalışmakta ve Avrupa Birleşik Devletleri olma yolunda ilerlemektedir. Şarlman, Napoleon Bonaparte ve Adolf Hitler de Avrupa’yı tek bir devletin egemenliğinde bir araya getirme hayali kuranlar arasındadır. Günümüzde Avrupa sosyal demokrasisinin bu misyonu üstlenmiş olması sosyal demokrasinin özünde yatan totaliter eğilimlerin farkında olanlar açısından şaşırtıcı değildir.

AB, esas olarak, ‘sosyal sözleşme’ye dayalı siyaset teorilerinden beslenen bir yaklaşıma sahiptir. Ancak sosyal sözleşmeci siyaset felsefeleri özgürlük, refah ve istikrarı temin etmek hususunda başarısızdır. Zira bugün beş yüz milyona ulaşmış AB’de karar alma mekanizmalarının merkezileştiği gözlemlenmektedir. Merkezileşmiş karar alma mekanizmaları ister istemez yerel meselelere duyarsızdır. Problemleri merkezi kararlarla çözme eğiliminde olduğundan yerel ihtiyaçlara cevap verememektedir. Hatta belirlenen genel kurallar yerel gereklilikleri göz ardı ettiğinden çözümsüzlüğün kaynağı haline gelmektedir. Sosyal sözleşmeci siyaset, tamamen tezat bir biçimde, bireyselliğe ve yerelliğe duyarsızlığının yanı sıra, bireyle devlet arasındaki mesafeyi en aza indirme eğilimindedir. Birey siyasal yaşamın aktif bir öznesiymiş gibi davranmaya zorlanırken bunu gerçekleştirmesini sağlayacak araçlardan mahrumdur. Zira yalnızlaşan birey devasa bir güç kazanmış olan merkezin her türlü manipülasyonuna açıktır.

Bireyin içine düştüğü bu trajik durum ulusal hükümetler için de geçerlidir. Hükümetler merkezin ilgi ve çıkarlarına paralel hareket etmeye zorlanırken merkez tüm yerel kaygılar karşısında duyarsızdır. Bu durum karşısında merkezde alınan tüm kararlara maruz kalan bireyler ve hükümetler çaresiz kalmaktadır. Yunanistan, İtalya ve İspanya’da yaşanmakta olan gelişmelerin gösterdiği gibi insanlar giderek milliyetçi ve ırkçı akımlara yönelmektedir. Merkezin uygulamaları karşısında çaresiz kalan bireylerin bu tip arayışlara yönelmeleri kaçınılmazdır.

Tüm bunlar merkezi iktidarın egemenlik alanını uluslararası birlikler ve antlaşmalar yoluyla genişletmesinin sonucudur. Ayrıca bireyi cemaat ve toplumundan izole eden uygulamalar kamusal çıkarı sadece devletin etkinlik sahasını ilgilendiren bir mesele haline getirmektedir. Birey toplumla doğrudan temas edebileceği imkânlara sahip olmadığı gibi devasa bir büyüklüğe ve güce ulaşmış iktidarın karar alma süreçlerinde etkili olamamaktadır. Bireyin gündelik yaşamı Brüksel’deki AB teknokrat ve bürokratlarının aldığı kararlar tarafından yönlendirilir hale gelmiştir. Birey en ufak müdahalede bulunamadığı devasa bir güç karşısında çaresiz kalmıştır. Demokratik seçimle gelmiş hükümetler AB‘nin aldığı kararları uygulamaya zorlanmaktadır. Bu durum ne yazık ki Yunanistan gibi demokrasinin beşiği olan bir ülkeyi komünist bir ihtilal tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır.

Yaşanan tüm bu gelişmeler yeni anayasanın yazımı sürecinde dikkatle değerlendirilmesi gereken hususlardır. Avrupa’da siyasal sistem AB ile birlikte hızla merkezileşirken, birey merkezi iktidarın her türlü uygulamasının etkisine açık hale gelmektedir. Böylece özgürlük ve demokrasinin sürekliliği olanaksız hale geldiği gibi siyasal ve iktisadi istikrar da ortadan kalkmaktadır. Bu durumdan kaçınmak için ‘sosyal sözleşmeci’ siyaset felsefesinin devlet ile birey arasındaki mesafeyi kapatan yaklaşımından vazgeçmek gereklidir. Milyonlarca insanı egemenliği altında yaşatan devletin bireysel ilgi ve çıkarlar tarafından yönlendirilmesi düşünülemeyeceği gibi bireyin yaşamını devletin belirleyiciliğine mahkûm etmek de mümkün değildir. Devletin birey, grup ve cemaatlerin olumsuz dış etkilere maruz kalmasını önleyen bir şemsiye işlevi gördüğü siyasal bir sistem kurumsallaşmalıdır. Bunun için devletin birey ve cemaatlerin yaşamlarına herhangi bir şekilde müdahale etmesini önleyen bir anayasa gereklidir.

Devletin herkesin yaşamını kapsayacak bir etkinlik alanına sahip olması olumlu herhangi bir özellik taşımaz. Kısa vadede belirli gruplara çeşitli olanaklar sunarak gücünü ve meşruluğunu arttıran devlet aslında vergi mükelleflerinden topladığı parayı rasyonel bir biçimde kullanmıyordur. Kendi iktidarının bekası için vergi mükelleflerinin parasını kullanarak meşruluk ve güç satın alıyordur. Bunun gerçekleşmesine izin vermek uzun vadede ekonomik krizlerin doğmasına yol açacağı gibi siyasal meşruluk krizlerine de zemin hazırlayacaktır. Bunun için öncelikle yurttaşlarımızın devletten bağımsız bir biçimde ayakta durarak ticaret ve üretimle yaşamlarını daha nitelikli hale getirebileceklerine inanmaları zaruridir. Devletin sağladığı küçük imkânlarla yaşamını sürdüren bir toplumun özgürlük, demokrasi ve istikrara kavuşması uzun süreçte mümkün değildir.

Toplumumuz 2002 yılından beri her türlü zorluğa rağmen büyük gayret göstererek milli bir demokrasiye sahip olma yolunda önemli mesafe kaydetmiştir. Bu durumun sürdürülebilir bir nitelik kazanması için birey ve cemaatlerin varlıklarını, mülkiyetlerini ve geleceklerini güvence altına alan bir anayasaya ihtiyaç duyulmaktadır. Siyasal sürdürülebilirlik meşruluğa dayanır. Hem devletin birey ve cemaatler üzerindeki etkisini hem de siyasal gücü etki altına alan bir grup bireyin devlet üzerindeki belirleyiciliğini en aza indiren bir anayasanın varlığı toplumumuzun geleceğine ışık tutacaktır. Aksi takdirde milli demokrasilerin yerine ‘topluluk metodu’nu  (community method) ikame etmek isteyen AB’nin keyfi uygulamalarının neden olacağı olumsuzluklara hem devletimizin hem de yurttaşlarımızın maruz kalması kaçınılmazdır. Son on yıldır kendi yaşamına dair karar alabilme imkânına kavuşmuş olan toplumumuzun iradesi AB’nin merkezi uygulamalarına mahkûm edilmemelidir. Devlet farklı ilgi ve çıkarlarla çeşitli kurumsal yapılarda bir araya gelmiş bireylerin yaratacağı zenginlikle daha etkin bir ‘koruyucu güç’ niteliği kazanabilir. Birey ve cemaatler de devletin sağladığı şemsiye altında kendi başlarına ayakta durarak özgürlük, refah ve istikrarın sağlayacağı mutluluğun keyfini çıkarabilirler. Bu zorlu bir yoldur. Fakat bizden sonraki kuşakların nasıl yaşayacakları bu zorluğa katlanmamıza bağlıdır


Egeli Haber, 18.04.2012

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et