Nizam-ı alem… Yani alemi nizama sokmak ya da dünyaya düzen vermek…
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Başbakan Erdoğan’ın da katıldığı Ak Parti Konya İl Kongresi’nde ”AK Parti siyasi şartlarda çıkmış konjonktürel bir hareket değil, aziz milletimizin tarihi yürüyüşünde bir küresel gücün doğuşunu, yeni bir nizam-ı alem davasının misyonunu işaret eder” dediğini dinledik.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu Türkiye’ye biçtiği bu misyonu ilk defa dile getirmiyor. Daha önce de defalarca söyledi; kah “nizamı- alem” dedi; kah “düzen kuran ülke” dedi, kah “oyun kuran ülke” dedi. Ve o bunu her deyişinde benim içimde bir huzursuzluk, bir hoşnutsuzluk ve doğrusunu isterseniz biraz da dünyaya ve özellikle komşularımıza karşı bir mahcubiyet belirdi. Düşünsenize, bölgedeki komşularınıza boyuna “Biz sizi nizama-intizama sokacağız” deyip durmak ne kadar yakışıksız…
Kime ne hakla nizam veriyoruz?
Tabii benim asıl hoşnutsuzluğum kibarlıktan kaynaklanmıyor. Davutoğlu “Selçuklu ile birlikte bu topraklarda tohumu atılan, Balkanlar’a ve bütün dünyaya sirayet eden o yeni dünya düzeni anlayışının bugün yeniden organize edilmesinden” bahsederken, “Balkanlar’dan Kafkasya’ya oradan Ortadoğu’ya uzanan coğrafyada bölgedeki düzenden kendimizi sorumlu hissediyoruz” derken içimi basan sıkıntının asıl sebebi, aleme nizam verme fikrine esastan karşı olmam…
Şimdiye kadar “dünyayı nizama sokmak” üzere yola çıkmış bütün büyük devletlerin yaptıkları ve yapmakta oldukları ortadayken, benim devletimin de aynı misyona soyunmasını nasıl olumlu karşılarım? Ben, devletin kendi hakimiyet alanı içinde bile toplumu nizama-intizama sokmaya çalışmasına karşıyken; mümkün olduğu kadar az yöneten, mümkün olduğu kadar az işe karışan, zorunlu olmadıkça devreye girmeyen bir devlet hayali kurarken; Balkanlar’dan, Avrasya’dan Kızıldeniz’e kadar uzanan koca bir coğrafyayı yönetmeye aday olmasını nasıl sempatiyle karşılarım? Bir ülkenin kalkıp başka ülkeler için düzenler kurmasını nasıl içime sindiririm?
Hele hele bu sözler tam da Ortadoğu halklarının tarihlerinde ilk defa bir zamanlar başkaları tarafından kurulan düzenleri yıkıp kendi iradeleriyle kendi düzenlerini kurmaya soyunduğu bir sırada sarf edilince endişelerim daha da artıyor.
Malum, Ortadoğu’da “düzen kurma” iddiasındaki bütün ülkelerin Suriye için münasip gördükleri düzeni kurmak için birbirleriyle yarıştıkları bir zamandayız ve Türkiye’de kamuoyunun küçümsenmeyecek kadar büyük bir bölümü daha şimdiden ellerini ovuşturmaya başladı; “Ne zaman müdahale edeceğiz, ne zaman yumruğumuzu masaya vuracağız, ne zaman bölgenin patronu olacağız” diye… Hele hele, bu bölgesel aktör olma özleminin Irak’ın işgali sırasında “Aman masanın dışında kalmayalım” endişesiyle işgalcinin yanında yer alma siyasetini savunmaya kadar vardığını düşündükçe korkum büyüyor.
Hem büyük, güçlü ve müreffeh bir ülke olmak hem de kimse için düzen filan kurmaya çalışmadan, kimsenin işine burnunu sokmadan yaşamak mümkün değil midir? İşte ben Türkiye böyle bir ülke olsun istiyorum.
Diyeceksiniz ki, “Biz kimseyi düzene sokmaya çalışmasak ne olacak; başka ülkeler bizi ve dünyayı nizama sokmaya çalışıyorlar zaten. Yani ya nizama giren ya da nizama sokan ülkelerden biri olmak zorundayız.”
Hayır, zorunda değiliz. Bunu yapmayan ülkeler var dünyada, onun bunun işine burnunu sokmadan, kimseyi de işlerine karıştırmadan, mutlu ve müreffeh bir hayat yaşıyorlar.
Eğer dış politikada ahlak öne çıkacaksa…
Bu argümana karşılık hemen Türkiye’nin konumunun hatırlatılacağını ve “jeopolitik durumumuz bizi ya düzen kurucu ülke olmaya ya da başka büyük ülkelerin kurduğu düzenlere konu olmaya itiyor” deneceğinin farkındayım.
Ama madem ki AK Parti’nin “Dış politikada ahlaki boyutu öne almak” diye bir iddiası var; “zalimin karşısında ve mazlumun yanında yer almak” diye özetlediği ahlaki ilkeyi “milli çıkar” hesaplarının üstünde gördüğünü beyan ediyor; o zaman bir başka ahlaki ilkeyi de aynı kararlılıkla savunmak zorunda: Halkların iradesine saygı; her toplumun kendi rejimi konusunda kendisinin karar verme hakkını asla ihlal etmemek… Ben bu ilkenin hakkıyla savunulmasının “dünyaya nizam verme” misyonuyla çeliştiğini düşünüyorum.
Artık güçlü bir ülkenin ortaya çıkıp “Ben ne nizam kuran ülke olmaya talibim ne de başkalarının nizama soktuğu ülke olmaya razıyım” demesi ve bu gayriahlaki ikilemi kırması gerekiyor. Eğer dış politikada paradigmal bir değişiklik yapılacaksa, asıl bu yapılmalı. Türkiye uluslararası arenada kazandığı gücü ve stratejik konumunu düzen kuran ülkeler kervanına katılmak için değil düzen kurma heveslisi ülkelere karşı, toplumların kendi düzenlerini kurma hakkını savunmak içini kullanmalı.
Bugün, 09.04.2012