Son olaylar bizi çok derinden sarsmasına rağmen, terör ve şiddet olguları aslında bize çok yabancı değildirler.
Yetmişli yıllardan beri sağ-sol çatışmasıyla başlayan şiddet ortamı, seksenli yıllardan sonra yerini terörist örgütün şiddet eylemlerine bırakmış bulunmaktadır. Nerdeyse yarım asırdan fazla, terör ve şiddet olgularının ağırlığını hayatlarımızda tecrübe etmek zorunda kaldığımız görülmektedir. Terör ve şiddet olgularına yabancı olmamamıza rağmen, terörle nasıl başa çıkılacağı konusunda dinamik ve yaratıcı bir vizyon geliştirmediğimiz görülmektedir. Terörizmin demokratikleşme, özgürleşme ve sivilleşme çabalarımızı her seferinde kesintiye uğratmayı başarmasının arkasında yaratıcı ve dinamik bir vizyon eksikliğinin olduğunu bir tespit olarak ifade edebiliriz.
Hukuku, demokrasiyi, bireysel hak ve özgürlükleri zedelemeyen yaratıcı ve dinamik bir terörizmle mücadele vizyonunun ortaya konması için terör örgütü profilinin çok boyutlu olarak ortaya konmasında büyük yarar vardır. Terör örgütünün bütün özelliklerini analiz etmemizin imkânsızlığına rağmen, onun profilinde olmazsa olmaz nitelikte var olmuş temel boyutların altının çizilmesini yararlı buluyoruz. Terör örgütü 15 Ağustos 1985 tarihinde yapmış olduğu Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla sesini duyurmuştur ancak geçmişi yetmişli yıllara dayanmaktadır. Yetmişlerden günümüze terör örgütünün tarihine bakıldığında örgütün tek kişi etrafında şekillendiği, geliştiği ve günümüze kadar devam ettiği görülmektedir. Öğrencilik günlerinden itibaren kendisini örgütün her şeyi konumuna getiren Abdullah Öcalan’ın örgüt içerisindeki ağırlığı ve belirleyiciliği, yakalandıktan sonraki süreçte de devam etmektedir. Örgütün ideoloji, eğitim, taktik ve stratejilerinin merkezinde hep Öcalan bulunmaktadır. Örgüt, onun yazılarına ve konuşmalarına kutsal referanslar olarak bakmakta ve tutuklanma sonrası dönemde de onunla bağlarını en üst düzeyde tutma stratejisi izlemektedir. Örgüte dair söylenebilecek en öncelikli özelliğin, örgütün bir ‘Apo kültü’ olduğudur.
Tek şahıs etrafında yaratılan bu kült, doğal olarak örgütü otoriterleştirmektedir. En doğruyu bilen olarak kabul edilen başbuğ (serok) ve çevresindekilerin otoritesi, hiçbir şekilde tartışılmamaktadır. Öcalan’a ve diğer önde gelenlere yönelik herhangi bir eleştiri, örgütte bir sapkınlık ve hıyanet olarak değerlendirilmektedir. Örgütün otoriter yapısı, hain ve ajan olarak nitelediği bu sapkınları, hemen saf dışı etmektedir. Ajan ve hain olarak görülen bu kimselerden herkesin önünde özeleştiri yapmalarını istemek gibi dayatmalar, Katoliklerin günah çıkarma ritüelini anımsatmaktadır. Özeleştiri adı altında örgüt aslında onlardan günah çıkarmalarını istemektedir. Otoriter bir kült olarak örgüt, Stalinist metotları takip etmektedir.
Stalinist metotları uygulayan örgüt, doğal olarak otoriter bir ideolojik çizgiyi benimsemiştir. Marksist-Leninist ideolojiyi takip eden örgütün fikirsel gelişim çizgisine baktığımızda karşımıza, yetmişli yıllarda örgütte sınıf çatışması fikrinin ağırlıklı olduğu, seksenden sonra bu fikrin Kürt milliyetçiliğiyle birleştirildiği, günümüzde ise sınıf çatışması fikrinin neredeyse tamamen terk edilerek yerini etnik nasyonalizm ideolojisine bıraktığı ortaya çıkmaktadır. Örgüt, kendisini, kaybolduğunu iddia ettiği Kürt kimliğinin dirilticisi ve ihya edicisi olarak sunmaktadır. Kürtlerin tarihini Sümerlerden başlatan kitaplar yazan Öcalan, kendisini Kürt kimliğinin ve halkının yeniden yaratıcısı olarak sunmaya çalışmaktadır. Kürt kimliğini tekeline alarak Kürtlerin tek temsilcisi olma, terör örgütünün olmazsa olmazı durumundadır.
KÜRT BİREYİNİ ÖNE ÇIKARMAMAK
Terör örgütü, bugün etnik milliyetçilik etrafında bir araya gelen, lidere kayıtsız şartsız bağlı olan, kendilerini bir halkın geleceği için feda ettiğine inanan, Hoeffer’in ifadesini kullanacak olursak ‘bir kesin inançlılar’ grubundan oluşmaktadır. Bütün kesin inançlı zihniyetler gibi terörist örgütte, bireye ve bireysel özgürlüklere inanmamaktadır. Hatta bireyin kendi kişisel ihtiyaç ve ideallerinin farkında olması, yürütülen sözde yurtsever mücadele için zafiyet oluşturan bir durum olarak değerlendirilmektedir. Birey olarak bir Kürt’ün özgürlük, demokrasi, refah, hukuk, dünyalılaşma, şehirleşme, modernleşme, barış, çoğulculuk ve bir arada yaşama gibi temel insani değerlerle ilgili talep ve ihtiyaçlarını, örgüt önemsiz ve gereksiz bulmaktadır. Örgüt için önemli olan, birey değil, kendisinin savunduğunu iddia ettiği kolektif haklardır. Bireysel özgürlükleri önemsizleştirip kolektif hakları öne çıkaran örgüt, kendi çizgisini mutlak doğru düzeyinde Amerika, Avrupa Birliği ve Türkiye dâhil herkese kabul ettirmek istemektedir. AB’nin sosyal ve kültürel alanlarda yapılmasını istediği reformları bireysel olarak niteleyip yetersiz bulmasının arkasında örgütün bu kolektivist anlayışı vardır.
Dini kendisi için tehlike olarak algılayan örgütün kolektivist nasyonalizmi, mümkün olduğunca İslam’ın Kürtler arasında zayıflamasını istemektedir. Kürtler arasında din, sosyolojik olarak çok etkin ve köklü bir kurumdur. Kürtlerin dini bağlılıklarını etnik nasyonalizme bir tehdit olarak gören örgütte, dine karşı düşmanca bir tutumun olduğu görülmektedir. Dinin Kürtlerdeki nasyonalizm duygusunu yok ettiği hatta Kürtlerin geri kalmışlığından dinin sorumlu olduğu bile iddia edilmektedir. Örgüt, Kürtlerin dini geçmişini, İslam yerine, Zerdüştlük ve Yezidilik gibi pagan inançlara vurgu yaparak temellendirmeye çalışmaktadır. İslam öncesi inançlar, Kürt milliyetçiliğinin manevi dayanakları haline getirilmeye çalışılmaktadır. Terör örgütünün yaratmak istediği etnik nasyonalizmin en belirgin karakterinin İslamsız bir Kürt kimliği olduğunu söylemek mümkündür.
Doğal olarak terör örgütünün profili bu özelliklerle sınırlı değildir. Terör örgütünü ciddi ve derinliğine analiz eden yaklaşımlara ve teorilere ihtiyaç vardır. Terörizmin zihinsel arka yapısının teorik olarak analiz edilmesi, tecrübe etmekte olduğumuz şiddet sarmalının anlaşılmasına ve aşılmasına büyük katkı sunacaktır. Yaşanan şiddet olayları, birbirimizin bireysel hak ve özgürlüklerine saygılı olacağımız, farklılıklarımızı tanıyacağımız sivil, demokratik, müreffeh ve çoğulcu bir modus vivendi [anlaşamamakta anlaşma] yaratma arayışımızı sonlandırmayı hedeflemektedir. Terör olayları karşısında soğukkanlılığımızı kaybetmek ve irrasyonel çılgınlıklara girişmek yerine, sivilleşme, demokratikleşme, özgürleşme, dünyalılaşma ve farklılaşarak kendimizi gerçekleştirme ideallerinden vazgeçmememiz, bilakis bu değerleri koruma ve geliştirme yönünde iradelerimizi güçlendirmemiz gerekmektedir.
Zaman Gazetesi, 09.10.2011