Mehmet Ali Birand’ın Davutoğlu ile yaptığı söyleşiyi 32. Gün’ün tekrarında izledim.
Birçok bakımdan doyurucu, öğretici bir söyleşi idi.
Benim açımdan en önemli yanı, Türkiye’nin yeni dış politikasını açıklarken sürekli vurgu yaptığı ilkelerdi ve tabii bu ilkelerin en başında da “etik olarak doğru tarafta yer alma” ilkesi geliyordu.
Doğrusu bu, kolay kavranacak bir değişiklik değil. Nitekim, Mehmet Ali Birand’ın sık sık sorduğu “İyi ama bizim çıkarımız ne?” sorusundan da anlaşılıyordu kolayca kavranamayacağı…
Öyle ya, on yıllarca dış politikanın neredeyse yegâne ilkesi “milli çıkarların gözetilmesi” olarak anlaşıldıktan ve milli çıkarları gözetmek uğruna yapılan her türlü haksızlık, adaletsizlik, oportünizm, çifte standart mubah sayıldıktan sonra; birdenbire ahlaki boyutun ön plana çıkması, tutarlılığa önem verilmesi, güçlü değil haklı olanın yanında yer alma tutumunun benimsenmesi, adil davranmaya önem verilmesi öyle çarçabuk içselleştirilebilecek bir bakış açısı değil.
Aslında bu bakış açısı değişikliği sadece bizde değil tüm dünyada yaşanıyor; asıl başarılı olan dış politikanın etik olarak doğru tarafta yer alan politikalar olduğu ve ayrıca orta ve uzun vadede milli çıkarlara en iyi hizmet eden politikanın da bu politika olduğu yavaş yavaş anlaşılıyor. Bu yeni bakışla birlikte, hakkaniyete dayalı politikanın “ütopik”, “hayalci” ya da “naif” olduğu; reel politikaya denk düşmediği ve dolayısıyla gerçekçi olmadığı gibi gerekçelerle küçümsenmesi de giderek etkisizleşiyor.
İşte Davutoğlu da 32. Gün’de bu politikayı Arap Baharı’na ilişkin olarak nasıl uyguladıklarını; Mısır, Tunus, Libya ya da Suriye’de izledikleri politikaların ilkesel temelini ve tutarlılığını açıklamaya çalıştı.
Ne var ki, söyleşide sık sık tekrarladığı bir cümle kafamı karıştırdı. “Ortadoğu’da olup bitenler bizi çok yakından ilgilendirir, dolayısıyla bigâne kalmamız düşünülemez” Davutoğlu bu cümleyi hem Suriye bağlamında hem de Gazze ve İsrail bağlamında sık sık kullandı. Hatta bir ara “Suriye’ye askeri müdahale söz konusu olabilir mi?” sorusuna karşılık olarak da aynı cevabı verdi ve “ülkenin güvenliği için bir tehdit oluşturursa” gibi muğlâk bir ifade kullandı.
Doğrusu ben bu cümleyi, Sayın Bakan’ın konuşması boyunca döne döne vurguladığı temel ilkelerle pek tutarlı bulmadım.
Eğer bir ülkenin içinde olup bitenlerin, bir başka ülkenin çıkarlarını yakından ilgilendirdiği durumlarda, “eli kolu bağlı durmamak”, (tavsiye ya da telkin sınırlarını aşarak) bu gelişmeleri yönlendirmeye çalışmak, daha ötesi o ülkelerin içişlerine karışmak meşru hak haline geliyorsa, o zaman büyük devletlerin yüz yıldır Ortadoğu’dan ellerini bir türlü çekmemeleri de meşru hak haline gelmiş demektir. Zira, dünyanın enerji kaynaklarının ağırlıklı bir bölümüne sahip olan bu bölge, bütün ülkeleri “yakından ilgilendirmektedir.” İki kutuplu dünya döneminde ABD’nin ve SSCB’nin bu bölgede giriştiği amansız rekabet de her ikisinin de çeşitli ülkeleri etki alanlarına alarak bölge dengelerini kendi lehlerine çevirme çabaları da aynı “yakın ilgi” yüzündendi. Daha ileri giderek, zaten bütün emperyalist müdahalelerin spor olsun diye değil, o emperyalist ülkelerin çıkarlarını yakından ilgilendirdiği için yapıldığını söyleyebiliriz.
Hele hele şimdi, yani dünya bu kadar globalken, yerkürenin herhangi yerinde olup bitenlerden etkilenmeyecek bir ülke düşünmek mümkün değilken, “Çünkü bizi yakından ilgilendiriyor” söylemi ne kadar haklı bir gerekçe oluşturabilir?
Davutoğlu’nu izlerken kafama takılanlar bunlardı işte. Umalım ki, Sayın Bakan’ın bu sorulara vereceği doyurucu cevaplar vardır ve cevaplarını bizlerle paylaşır.
Bugün, 10.10.2011