Türkiye’de tam anlamıyla bir parlamenter sistem yoktur, Türkiye’de olan ise kendine has yönleriyle bürokratik parlamenter sistemdir ve en çok Fransız yönetim sistemine benzer. Sistem askerî darbelerin yozlaştırması ve sayıları günbegün artan bürokratik vesayet kurumlarının artan ağırlığıyla yerleşmiştir.
Parlamenterler, katı siyasî parti disiplini altında, partinin önceden belirlenmiş ideoloji ve politikalarının arasında sıkışmış vaziyettedir. Milletvekilleri yasa hazırlayan tartışan ve parlamentodan çıkaran kişiler değil, yürütme (hükümet) tarafından hazırlanan yasaları meclisteki formel prosedürü yerine getiren kişiler konumundadır. Yasaları da zaten hükümet üyeleri değil, bürokrasi hazırlar. Meclisin yetkisi sorumluluğu bundan ibarettir.
İlk TBMM zaten klasik bir parlamenter sisteme dayanmıyordu, o günün şartları ayrı bir tartışmadır. Buna girmeyelim. TBMM ilk darbeyi 1960 askerî darbesi ile almıştır. Meclisin yönetim yetkileri elinden alınarak [hükümetin de] bürokratik kurumlara paylaştırılmıştır. Danıştay ve DPT gibi kurumlardan beklenen ve istenen “sakıncalı” iktidarlar işbaşına gelirse oyunbozanlık yapmasıdır. Sistemdeki açıklar ileriki darbelerle kapatılmış, yeni kurumlarla, yeni engellerle parlamentonun eli ayağı bağlanmıştır. Yasa yerine yönetmelikler, mahkeme kararları, çoktan mevta olmuş eski kanunlar yönetim sistemini belirlemiştir. Örneğin, başörtüsü yasağı (bir kanunu yoktur) tekke ve zaviyelerin kapatılması (ölü kanun) gibi daha pek çok örnek sıralanabilir. Bu yapıyı gören odaklar (CHP ve FETÖ) parlamentoda çoğunluğu sağlamak yerine bürokraside çoğunluğu sağlama yoluna gitmişlerdir. Esas yönetim erki bürokraside toplanmıştır. Mevcut sistemde parlamenterler yasa filan yapmamaktadır, onlar bürokrasi tarafından hazırlanan yasalar için şekilsel gerekleri yerine getirme (oylama, kabul/ret vb.) olarak işlev görmektedirler. Türkiye’deki mahkemeler de adaleti sağlamakla değil, parlamentoya ayar vermekle meşguldür. Zira bürokrasi kendini devlete bağlı addetmekte; esasen hiçbir kimseye bağlı değildir.
Bütün bu çarpık yapının üç kurum tarafından sürdürülmesi garanti altına alınmıştır. Cumhurbaşkanlığı, eğitim, bürokratik vesayet sistemi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin çatışmalı geçmesi bu yüzdendir, parti ve çıkar örgütlerinin meclis çoğunluğu yerine cumhurbaşkanlığı kurumunu tercih etmeleri boşuna değildir. Cumhurbaşkanlığı, sorumsuz olağanüstü yetkilerle üst kademe bürokrasiyi tayin hakkını elinde tutan kurum olmuştur. Böylece, bürokratik vesayet iktidarda kalmaya devam etmektedir. İkinci kurum eğitim sistemidir, bürokrasi dünyasına kaynak sağladığı için bürokrasinin ideolojisini şekillendirdiğinden önemlidir. Eğitimde yapılmaya çalışılan reform hareketlerine CHP’nin nasıl şiddetle karşı çıktığını hatırlayalım. Yine FETÖ eğitim kurumu aracılığıyla kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmadı mı? Eğitimde istenen ideoloji ve zihinsel kodlarla üretilen birey bürokratik vesayetin devamlılığını sağlamaktadır. Üçüncü son kurum ise bizzat bürokrasidir. Bürokrasi, siyasal partilere “siz yolcu biz hancıyız” mesajını her daim vermişlerdir. Bürokrasi elindeki alanı sürekli genişletmiş meclisin alanını da daraltmak için her yolu denemiştir. Bürokratik yapı bu arada kendi sosyo-ekonomik çıkarlarını tahkim etmeyi ihmal etmemiştir. Türkiye’deki siyasal yönetim sisteminin zaaflarını çok iyi bilen kimi partiler, örgütler daima bürokrasinin yanında yer almaktadırlar. Türkiye’de iktidarda olmanın iktidarda kalmanın bir yolu daima bürokratik yapıda kilit rollere sahip olmakla ilgilidir.
Bugünlerde hazırlanarak referanduma sunulan hükümet sistemi temel pek çok yönetim sorununu çözmemekle birlikte parlamentonun “yasa yapıcı” rolüne dönmesi için tarihî bir fırsattır. Bundan böyle vesayet kurumları devre dışı kalmalıdır, kanunlar çoğunluğu sağlamış meclisteki üyelerce hazırlanmalı, tartışılmalı kabul veya reddedilmelidir. Türkiye, uzun süredir parlamenter sistemle yönetilmemektedir. Başta da ifade etmeye çalıştığım gibi mevcut sistem şekilsel parlamenter sistemdir. Özü ve içeriği ise bürokratik vesayet sistemidir.