Türkiye, belki de tarihinin en zorlu dönemlerinden geçiyor. Dünya’nın en azılı, en sinsi, en namert terör örgütlerinden PKK, IŞİD ve FETÖ ile aynı anda sahada aktif bir şekilde mücadele eden Türkiye, hâl böyle olunca bu örgütlerin de kaçınılmaz olarak hedef tahtası haline geliyor. Bu nedenle olağanüstü bir sürecin içindeyiz. Devletin yönetimindeki insanlar bile bu süreci “Türkiye’nin beka mücadelesi” olarak tanımlıyor. İnsanların durumun ne kadar ciddiyetinde olduğuysa tartışmaya açık.
Üç azılı terör örgütü ile mücadele eden Türkiye’nin hedefte olmasının temel sebeplerinden birinin de, Dünya üzerinde değişen güç dengelerine paralel şekilde dış politikada radikal değişikliklere gitmesi olduğu düşünülüyor. Özelikle 15 Temmuz sürecinde batının aldığı tutum ve devamında Fetullah Gülen’in iadesi konusuyla iyice bozulan Türkiye-Amerika ilişkileri biraz da mecburi olarak Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasına sebep oldu. Bu yakınlaşma ile birlikte Türkiye’ye karşı yapılan operasyonel terör faaliyetlerinin artmasının da bir tesadüf olduğunu düşünmek çok zor.
Son olarak yılbaşı gecesi bir mekâna yapılan terör saldırısında 39 masum insan hayatını kaybetti. Bu olayın ardından bir takım tartışmalar da beraberinde geldi. Özellikle yılbaşı gecesinden bir gün önce camilerde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından okutulan hutbe çok tartışıldı. Bu hutbenin bu saldırıyı tetiklediği, insanları ötekileştirdiği iddia edildi. Bu olayın yaşam tarzlarına devlet müdahalesinin bir sonucu olduğu söylendi. Ben bu söylemlerin eğer bir art niyet yoksa ‘sağlıksız’ tespitler olduğunu düşünüyorum. Çünkü Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in olaydan dakikalar sonra yaptığı muhteşem açıklamada değindiği gibi terör saldırılarının nerede yapıldığının bir önemi yoktur, terör bütün insanlığı hedef alır.
Diyanet’in Cuma hutbesinde yazanların bu saldırıyı tetiklediğini iddia etmenin hedef şaşırtmaktan başka bir şey olduğunu düşünmüyorum. Muhafazakâr görüşteki birçok Müslüman yılbaşı kutlamaya karşı bir tavır geliştiriyor. Bunun temelinde dini ve kültürel olmak üzere iki temel sebep yatıyor. İnsanlar bir yandan dini sebeplerle, bir yandan kültürel yozlaşma korkusuyla yılbaşı kutlamalarına uzak durabiliyor. Bunca şehit verdiğimiz, büyük acılar yaşadığımız bir senenin sonunda eğlenmenin Müslümanca bir tavır olmadığını belirten bir hutbe elbette ki okunabilir.
Bir kimsenin yılbaşı kutlaması devlet eli ile engellenmediği sürece devletin yaşam tarzına bununla müdahale ettiğini söylemek haksızlık olur. Türkiye’de devletin hayat tarzlarına az ya da çok müdahalesi ya da müdahale girişimi yok mu? Elbette var. Her zaman vardı. Bahsettiğim şey bu değil. Demek istediğim şey bu hutbe ile saldırıyı ilişkilendirmenin haksızlık olacağı.
Belki de bu noktada tartışılması gereken şey Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kuruma sahip olmaya ihtiyaç duyulup duyulmadığı. Diyanet İşleri Başkanlığı kurumuna kanımca ihtiyacımız yok. Hutbelerin tek bir el tarafından tüm Türkiye’ye dağıtılmasına da. İmamların devlet memuru olmasına da. Fakat bu saldırı sonrasında bunu tartışmanın hedef şaşırtma çabasına bir katkı olacağını düşündüğüm için bunu başka bir yazı konusu olarak burada bitiriyorum.
Her terör saldırısından sonra hedef şaşırtma içine giren bir takım insanlar tartışılması gereken, eleştirilmesi gereken konuların ve kişilerin gözden kaçmasına sebep olabiliyor. Böyle dönemlerde doğru cevapları bulmaktan daha önemli bir şey varsa o da doğru soruları sormaktır.
Yapılması gereken öncelikli eleştiri ortada olan güvenlik açığına olmalıdır. Ülkenin başkentinde, en büyük şehrinde ve diğer şehirlerinde tekrar tekrar göz göre göre terör faaliyetleri gerçekleşirken bu ülkenin istihbaratı neden bunları önleyemez ya da neden failler bir an önce bulunup cezalandırılamaz?
Yılbaşı gecesi yapılan hain terör saldırısı tüm ülkeye, milletimize yapılmıştır. Tıpkı diğer terör saldırıları gibi. Terörün dini yoktur. Bu saldırıyı Cuma hutbesine, yaşam tarzına vs. bağlamamak ve ülkemize karşı yapılan operasyonun bir parçası olduğunu görmek gerekir.