Cumhuriyet’ten Günümüze İfade Hürriyeti Korkusu ve Temel Dinamikleri

Üzerinde en çok konuşulan, tartışılan, gelişime açık değişik şekillere sahip olan ve her geçen dönem yeni türleri ortaya çıkan hürriyetlerin başında ifade hürriyeti gelir.

Bir zamanlar sadece bazı sözlü ve yazılı araçlarla bu hürriyet kullanılmakta iken, radyo ve televizyonun icat edilip yaygın bir haberleşme aracına dönüşmesi, ayrıca internet vasıtasıyla ifade araçlarının çok daha çeşitlenerek yaygınlaşmasıyla ifade hürriyeti daha etkili ve dizginlenmesi zor hal almaya başladı.

Militan demokrasi adı altında demokrasinin tabiatından uzaklaşıldığı, Cumhuriyet’in militanlaştırılması yoluyla çoğulculuğun alanının çok daraltıldığı ülkemizde, ifade hürriyetinden korkularak, ifade alanının ve araçlarının mümkün olduğu kadar azaltılması yönünde çabalar sergilendiği görülmektedir.

Bu korkuların şekillendirdiği politikalar neticesinde, bazı dönemlerde kısmi rahatlamalar olsa da, özellikle bu korkuların yoğun şekilde arttığı dönemlerde, cari sistemin otoriter ya da totaliter bir kimliğe bürünecek kadar katılaştığı olmuştur.

Bu bağlamda, cari rejime muhalif kesimler, iç düşman ilan edilmek suretiyle, “rejimin tehlikede” olduğu korkusu yayılarak yok edilmeye, susturularak ifade hürriyetinin alanı oldukça dar bir alana hapsedilmeye çalışılmıştır.

İfade Hürriyetinin Kullanımı İçin Müsait Ortam

İfade hürriyeti, düşünceyi söz, yazı ya da başka vasıtalarla başkalarına aktarabilme, anlatabilme, yayabilme ve onları kendi düşünce ve inançlarının doğruluğuna ikna edebilme, inandırabilme, tercihleri doğrultusunda tutum ve davranışlarda bulunabilme hakkını ifade eder.

İfade hürriyeti, kişilerin düşünce ve görüşlerini ifade etmelerinin devletçe keyfi olarak engellenmemesi ve bu düşüncelerin ifade edilmesinden dolayı kamu otoritelerinin baskıcı muameleleriyle karşılaşmamalarını, devletin sair kişi ve gruplardan gelebilecek baskılara karşı bu hürriyetin öznelerini korumasını gerektirir.

İfade hürriyeti, insanların tek başına ya da toplu olarak düşünce, kanaat ve inançlarını yayma, ona uygun şekilde davranma ve eylemlerde bulunma imkânlarını da kapsar. Dini alanda buna ibadet hürriyeti denmektedir.

İfade hürriyeti negatif statü hakları içerisinde yer almaktadır. Bunun anlamı, kişinin ifade hürriyetine sahip olması için var olması gereken şey, onun kendini ifade etmekten alıkonulmamasıdır.

Burada devlete düşen görev, bu hürriyetin kullanılması konusunda müdahil olmamasıdır. Çünkü bu hürriyetin kullanılması bağlamında devletten gelebilecek her bir müdahale bu hürriyetin alanının daralması neticesini ortaya çıkarır.

Söz, yazı ve diğer ifade araçlarıyla, düşünce, kanaat ve inanç değerlerinin iletişimi, bunların başkalarına aktarılması, propaganda yoluyla yayılması, toplumsal bir fenomen olarak diğer kişiler üzerinde bir takım tesirler meydana getirebildiği, bazen bunlar başkalarının tehlike ya da zarara maruz kalmalarına sebep olabildiği için hukukun ilgilenme alanına girebilmektedir

Bir diğer deyişle ifade hürriyeti kapsamında fikirlerin harici âleme aktarılması, kişinin iç âleminden ve egemenlik alanından çıkarak başkalarınca algılanabilir hale gelmiş bir fiildir.

Bu vesileyle, düşünce, kanaat ve inançların harici âleme aktarılması neticesinde kamusal alanda olumlu ya da olumsuz birtakım etki ve sonuçlar meydana geldiği ya da doğurması amaçlandığı için, bu hürriyetin bazı sebeplerin varlığı durumunda liberal demokrasilerde de kısıtlanabileceği esası benimsenmiştir.

İfade hürriyetinin gelişimi için en müsait ortam, şiddeti içermeyen ya da önermeyen bütün düşünceler için ifade ortamının mevcut olmasıdır. Devlet iktidarının alanı genişledikçe diğer hürriyetlerle birlikte ifade hürriyetinin alanı da daralır.

Bu daralma ortamında çoğu düşüncelerin, belli resmi telakkilerle çeliştikleri düşüncesi ile yasaklanmaları yoluna gidilir. Kısaca düşünce suçları ortaya çıkar. Düşüncelerin cezalandırıldığı bir ortamda ne çoğulculuk olur, ne de ifade hürriyetinden amaçlanan neticeler ortaya çıkar.

Baskıcı yönetimler, korku damarından fazlasıyla istifade ederler; bu kapsamda politika geliştirir; hukuk kuralları koyar; etkin ön-önlemler alırlar. Bu rejimler bunu yaparken tek başına değildir; bir yandan çeşitli kesimlerden destekçilerle bunu bir zemine oturtmak isterlerken diğer yandan topyekûn psikolojik mücadeleler neticesinde geniş halk kesimleri, bu damardan istifade edilerek korku siyasetinin esiri haline getirilirler.

Bu tür baskıcı ortamlarda ifade hürriyetinin özneleri iki türlüdür. Birincisi, korunan ya da müsaade edilen telakkilerle uyumlu düşünce sahipleridir. Bunlar için geniş bir hürriyet ortamı mevcut demektir. Bunlara, cari sistemin makbul ve şanslı vatandaşları nitelemesi de yapılabilir.

İkincisi, ifadeye konu olan düşünce ve kanaatleri hâkim zihniyetle çelişik olmakla birlikte, ifade hürriyetini cesaretle kullanmaya çalışanlardır. Bunlar cari otoriter yönetimin politikalarının sertliğine ya da kısmen az sertliğine bağlı olarak bazen hoş görülmekle beraber, çoğu kereler yaptırımlara maruz kalırlar.

Geriye kalan diğer kesimler ise genellikle susarlar. Onlar için korku hâkimdir. Çoğu kereler kendilerini, düşüncelerini, kimliklerini hep saklı tutarlar. Bazen iki, bazen üç, bazen de çok daha fazla yüzlü görünürler.

Gerçek kimlikleri çoğu zaman gizli kalır. Sadece çok güvendiği, kendinden bildiği kişilerle, dost mahfillerinde, gizli kapaklı zeminlerde düşüncelerini paylaşırlar. Ama asla devletin kulağına ulaşacak ortamlarda düşüncelerini başkaları ile paylaşmazlar.

İfade Hürriyeti Alanını ÇoraklaŞtıran Önemli Unsur: Korku

Korku, insanın hem en önemli hisleri arasında yer alır hem de en zayıf yönlerinden biridir.

Korku, gerçekte insanların hayatlarını sürdürebilmeleri için var olan Allah vergisi bir his iken, bazen insan ve toplum hayatını zehir edecek boyutta zararlı hale gelebilmektedir.

Korku, onu haklı kılan sebeplere dayanıyorsa, ihtiyat ve tedbiri lüzumlu kılar; ama korkmayı haklı kılan bir durum olmadığı halde korku ve endişe varsa, onun adı evhamdır. Evhamda kişi korkulmayacak şeylerden de korkar.

Tıpkı “kendisini buğday zanneden bir kişinin, tavuğu gördüğü zaman, beni yiyecek diye korkarak kaçması” gibi bir şeydir bu.

Çoğu kereler, korkuları şekillendiren ve tetikleyen unsurlar kişilerin hayatlarında karşılaştıkları olaylar ve tecrübelerdir. Mesela, savaş ortamının en acılı şartlarını yaşayan, anasını, babasını birçok akraba ve arkadaşını bu savaşta kaybeden bir kişi, sürekli savaşa karşı bir tedirginlik ve dehşet hisseder.

Kişilerin korku kültürünün etkisine girmesinin temelinde, hayatlarını tehdit eden yok edici güçlerle kuşatılmış oldukları inancı yatmaktadır. Korku kültürü, derecesi nispetinde güvenlik endişesini ve bu endişeyi izale etmeye yönelik şiddetli önlemlerin alınmasını gündeme getirir.

Gerek toplum ve gerekse devlet düzeyinde hâkim olan bir korku kültürü ve refleksi, güvenliği ihlal edebileceği vehmedilen en küçük iddia ve belirtiyi, davranışı ciddiye alarak önlem alınmasını tetiklemektedir.

Korku bir kez zihinlere hükmettiği an, harici ve dâhili sorunlar, zorluklar abartılmaya ve her türlü muhtemel çözüm yolları göz ardı edilmeye başlar.

Korku kültürünün tesiri ile normalde istisnaî nitelikte olan bazı az tehlikeli olaylar bile olağan riskler haline dönüşür; olağan bazı sorunlar abartılarak, anormal, çözümü zor ya da imkânsız, yaygın, salgın ve ölüm kalım me selesi haline gelme eğilimleri ortaya çıkar.

Potansiyel tehlike kümeleri var olduğu müddetçe, güvenlik endişesi artık kalıcı bir kaygıya dönüşür. Korku kültürünün hâkim olduğu bir yerde güvenlik en mergup meta haline gelir.

Güvenliğin her bakımdan bir ülkenin iç temel değeri haline geldiği bir ortamda, başta hükümet politikaları olmak üzere, her türlü girişimin güvenlik endişesi ile meşrulaştırılması mümkün hale gelir. Bu da azıcık bir riskin varlığı halinde bu riskleri içeren her şeyin men edilmesi olgusunu ortaya çıkarır.

Baskıcı yönetimler, korku damarından fazlasıyla istifade ederler; bu kapsamda politika geliştirirler; hukuk kuralları koyarlar; etkin ön-önlemler alırlar.

Bu rejimler, bunu yaparken tek başına değildir; bir yandan çeşitli kesimlerden destekçiler bularak, bunu belli bir zemine oturtmak isterlerken, diğer yandan da topyekûn yapılan psikolojik mücadeleler neticesinde geniş halk kesimleri, bu damardan istifade edilerek korku siyasetinin esiri haline getirilirler.

Korkunun ifade hürriyeti alanının sınırlandırılarak alabildiğine daraltılmasında etkili olan bir yönü de, devletin cari sistemi koruma amaçlı ürettiği korkulardır. Burada, genellikle cari sistem toplumun belli kesimlerine karşı korunmak istenir.

Bu yapılırken sürekli baskıcı uygulamalarla sistem korunmaya çalışılır. Korkulan kesim “iç düşman” ilan edilerek, bunlarla sürekli mücadele edilir; bu mücadelenin en etkili araçları, yaptırımlar, dışlanma, ötekileştirme ve bu bağlamda ifade hürriyetinin alanının değişen ölçülerde daraltılmasıdır.

Korku ve evham merkezli, ihtimal ve varsayıma dayalı kısıtlama ve yasaklama politikalarını benimseyen baskıcı devletler şunu yaparlar: “Devlet ya da cari düzenin devam ve bekası ciddi bir tehlike altındadır; devletin belirlediği anayasal-ideolojik-kutsal değerlerle bütünleşik görülmeyenler, demokratik sistemde olduğu şekilde meşru siyasi muhalifler değil, anayasal/ideolojik kutsalların en büyük iç-düşmanlarıdırlar; satılmış-vatan haini uşaklar olarak nitelenen bu kişiler, her an cari düzeni yıkabilirler; aman ellerine fırsat geçmesin; geçerse vay halimize; onun için onların muhtemel zararlarına karşı sürekli  teyakkuzda olunmalı; onların bertaraf edilmeleri için bütün silahlar sonuna kadar kullanılmalıdır.”

Burada psikolojik mücadele o safhaya getirilir ki; başlangıçta gerçekleşmesi muhtemel görülen tehlike ya da tehditlerin ihtimal boyutu aşılarak, bunların, -somut verilere dayanmaya lüzum görülmeksizin- mutlaka gerçekleşeceği ön-görülür.

Artık ön-görülen bu tehlikeyi önlemek için var güçle mücadeleye girişilir. Gerçekte gerçekleşmesi cüzi bir ihtimal bile olsa, ön-görülenler sebebiyle artık kaçınılmaz bir tehlike algısı meydana getirilmiştir.

Devlet merkezli korku politikalarından en fazla ifade hürriyeti etkilenmektedir. Korku ve evham ortamında, “aman ha, bu konuları konuşmayın, şu konulara ilişkin tartışmalara hiç girişmeyin; şunu yapmayın, bunu etmeyin, aksi halde başınıza gelecekleri hayal bile etmek istemiyoruz” şeklinde söylemler geliştirilerek, irade ve cesareti zayıf olanlar vazgeçirilmeye çalışılır.

Burada korku başarılı olursa, korkunun tesiri altında kalanların sayısı ile orantılı yaygınlıkta, psikolojik yönden hastalıklı ve marazi bir toplumsal hal ortaya çıkar.

Bu ortamda ifade hürriyeti dar bir cendereye sıkıştırılır. Bu hürriyetin alanı, cari rejimle bütünleşik olanlar dışında, “cesareti olanlarla, ununu eleyip eleğini duvara asanlar, geleceğe yönelik kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar” yönünden bir nebze geniş olur. Bunların sayısı da zaten son derece azdır.

Türkiye’de İfade Hürriyetinin Alanını Daraltan  Korku Politikaları

Türkiye’de ifade hürriyetine yönelik korku temelli politikaların ana kaynağı, bazı dönemlerde tatbik edilen otoriter cumhuriyetçi uygulamalarla, bazı dönemlerde benimsenen şekli olarak demokrasi görünümlü militan cumhuriyetçi anlayıştır.

Başta laiklik olmak üzere, Türk Devrimi’nin yöneldiği amaç, “yeni bir devlet ve toplum projesi” ile alâkalıdır. Tanör’e göre bu devrimlerle ulaşılmak istenen ana amaçlar üç noktada toplanabilir: 1-Uluslaşma, 2-Laikleşme, 3-Milli egemenliğin temin ve tesisi.

Bu amaçları topluca ifade edecek en iyi kavramın çağdaşlaşma olduğu belirtilmektedir.

Devlet merkezli korku politikalarından en fazla ifade hürriyeti etkilenmektedir. Korku ve evham ortamında, “aman ha, bu konuları konuşmayın, şu konulara ilişkin tartışmalara hiç girişmeyin; şunu yapmayın, bunu etmeyin, aksi halde başınıza gelecekleri hayal bile etmek istemiyoruz” şeklinde söylemler geliştirilerek, irade ve cesareti zayıf olanlar vazgeçirilmeye çalışılır. Burada korku başarılı olursa, korkunun tesiri altında kalanların sayısı ile orantılı yaygınlıkta, psikolojik yönden hastalıklı ve marazi bir toplumsal hal ortaya çıkar.

Türkiye’de 1920’lerin başında gerçekleştirilen Cumhuriyetçi devrim kapsamında hayata geçirilen inkılâplar, çıkarılan kanunlar ve uygulamalarla Devlet eliti, öncekinden tamamen farklı yepyeni bir Devlet ve millet vücuda getirmeyi amaçlamışlardı.

Devlet eliti, mevcut halkı kafasında tasarladığı proje için uygun ve yeterli bir malzeme olarak görmemiş, bu malzemeyi kurgucu bir anlayışla dönüştürerek yeni bir yapı ortaya çıkarmaya çalışmıştır.

Bu yeni yapılanma içerisinde zararlı görülerek yok edilmesi gerekli “iç düşmanlar” mevcuttu; bunlardan ciddi manada korkulmaktaydı; bu korkuların başta ifade hürriyeti olmak üzere bütün hak ve hürriyetler üzerinde olumsuz yönde etkileri oldu ve bu etkiler konjonktürel olarak eğişen ölçülerde günümüze kadar devam etti.

Laik Cumhuriyet Elden Gidiyor Korkusu

Kurucu elitler, Türkiye Devleti’nin kuruluşunda, temelde irticayı yok etmeyi kendisine esas amaç edinen laiklik esasına dayalı Cumhurî devlet sistemini benimsediler.

Laiklik Cumhuriyet’in temeli kabul edilerek, laikliği korumaya yönelik olarak geliştirilen her türlü katı önlemlerle aynı zamanda Cumhuriyet de korunmak istenmiştir. Bu amaca mani her türlü düşünce, eğilim, ifade ve eylemin toplumsal hayattan tasfiye edilmesi amaçlanmıştır.

Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte din-devlet ilişkilerinde köklü değişim yaşanmış, bu dönemde kesin bir tutumla laik bir devlet ve seküler bir toplum vücuda getirme çabalarına başlanmıştır.

Devletle bütünleşen ve ana umdelerini anayasaya aktaran CHP’nin benimsemiş olduğu talim-terbiye anlayışı da, bu proje ile birebir uyumlu olarak “Kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi ve lâik vatandaşlar” yetiştirmekti.

Bu kapsamda benimsenen laiklik politikaları ile din ile siyaset arasındaki ilişkilerin kesilmesinin çok ötesine geçilerek, dinin toplumsal hayatın bütün alanlarından dışlanması, toplumsal hayatın bütün yönleri itibariyle, çağdaş pozitivist temelli bilimin verilerine uydurulması amaçlanmıştır.

Erdoğan’ın ifadesiyle tek parti dönemi, laikliğin, din-karşıtı-aydınlanmacı bir ideoloji haline dönüştürülerek yer yer totaliteryen bir biçimde topluma dayatıldığı bir dönem olmuştur.

Türkiye 1930’lu yılların başında, bazı iç ve dış faktörlerin de tesiri altında yönelmiş olduğu yeni kimlik arayışında karşısına çıkan “ya faşist ve sosyalist gelenekleri referans alarak devletçi, merkezden kumandacı otoriter bir siyasi, iktisadî politikayı benimsemek; ya da Batı’daki liberal geleneği referans alarak bireyci ve adem-i merkeziyetçi bir politikayı benimsemek” seçeneklerinden birincisini tercih etmiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Çaha tarafından “(Kemalist) etatokrasi” olarak ifade edilen ve teokrasiyi tersine çeviren uygulamalar kapsamında, (İslam) din, yerleştirilmeye çalışılan milli devlet inşa etme amacı açısından bir tehlike ve tehdit kaynağı olarak algılanmış ve etatokratik sistemin kurucu ve kurgucu elitleri Türk toplumuna, bahusus gelenekçi muhafazakâr kesime karşı adeta Fransız Jakobenleri’nin dinî aristokrasiye karşı yaptıklarını yapmıştır.

Bu politikalarla geleneksel-muhafazakâr değerlerle birlikte bu değerlerin ve sembollerin kaynağını teşkil eden geleneksel dinî hayat şekilleri aşağılandığı gibi, bu değerleri hayatlarına aksettirenler ve dini düşüncelerini barışçı yöntemlerle ifade etmek isteyenler, “irtica”, “mürteci”, “gerici”, “yobaz”, “hain”, “Cumhuriyet düşma nı”, “potansiyel düşman” olarak aşağılayıcı etiketlerle itham olunarak, sistemin haricine itilmeye çalışılmıştır.

Sekülerizmin Batı toplumlarındaki hürriyetçi özelliklerinin aksine, Türkiye’deki etatokratik sistem büyük ölçüde hürriyetleri daraltıcı yönde işlevler görmüştür.

Bu projenin gerçekleştirilmesi yönündeki katı uygulamalardan en fazla dini temelli ifade hürriyeti etkilenmiştir. Birçok kişi dini motifli, itikat ve inanca ait, siyasetle uzaktan yakından ilişkisi olmayan çok sayıda yayın unsuru ve ifade kapsamında adli takibata maruz kalmıştır.

Hatta bir İslam âlimi olan Bediüzzaman Said Nursî eserlerinin muhtelif yerlerinde “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” (16), yani “siyasetten, dinin siyasete alet edilmesinden şeytandan kaçındığım kadar kaçınıyorum” dediği halde, dini siyasete alet etme yaftasıyla yıllarca sürgüne maruz bırakılmış, tutuklanmış, sonunda beraat ettiği halde muhtelif davalar vesilesiyle cezaevinde tutuklu olarak kalmıştır.

Benzer muameleler Said Nursî’nin talebeleri için de söz konusu olmuş; bunlar hakkında da binlerce dava açılmıştır.

Sol Eğilimler Korkusu

Gerek Sovyetler’le olan ilişkilerin, gerekse benimsenen milliyetçilik temelli halkçılık anlayışının etkisi ile sol eğilimlere karşı bir hassasiyet oluşmuştur. Bu dönemde özellikle Sovyet rejimi kaynaklı korkuların tesiriyle, sol eğitimli örgütlenmelere, yayınlara, söylemlere yönelik çok sıkı ve katı uygulamalar ortaya çıktı.

Bu bağlamda hem ceza normlarında katı yasaklayıcı hükümler mevcuttu hem de bu hükümler konjonktürel olarak değişen dönemlerde azalan ya da artan ölçülerde uygulandı. Birçok sol eğilimli kişi, salt düşüncelerinden dolayı yaptırıma maruz bırakıldı, gazete, dergi, dernek, sendika ve siyasi partiler kapatıldı.

Bölünme Korkusu

1920’de Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerinde yeni bir devlet olarak ortaya çıkan Türkiye Devleti, geçmişte yaşanan ve daha gözyaşlarının da henüz kurumadığı bazı acı hatıralara tepki olarak meydana gelen bir takım hassasiyetlerle birlikte kurulmuştur.

Bu hassasiyetlerin temelinde özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında yaşayan çeşitli etnik grupların 19. yüzyılın başlarında milliyetçi-ayrılıkçı hareketleri, bu kapsamda gerçekleştirilen siyasi örgütlenmelerle bunların faaliyetleri neticesinde meydana gelen çeşitli kopmalar ve parçalanmalar olmuştur.

  1. yüzyılda Osmanlı idaresinde büyük oranda organize ve örgütlü hareket şeklinde dört büyük Kürt ayaklanması meydana gelmiştir.

Türkiye Devleti’nin ilk devrelerinde de ülke sınırları içinde bağımsız bir Kürdistan devletinin kurulmasına yönelik girişildiği iddia edilen faaliyetler kapsamında ortaya çıkan başta Şeyh Sait isyanı olmak üzere çeşitli milli-ayrılıkçı isyanlar, Cumhuriyeti kuran ekipte ülkenin bölünmez bütünlüğü ekseninde daha önceleri mevcut olan hassasiyetlerin daha da ileri düzeyde devam etmesini tetikleyen etken olmuştur.

Her ne kadar fiili bir gelişme olarak, biraz da harici gelişmelerin tesiriyle özellikle sol akımlar kaynaklı korkular büyük ölçüde izale olmuş gibi görünse de, diğer korkulara ilişkin en azından kanuni ve anayasal zeminde besleyici kurallar kısmen de olsa varlığını sürdürmektedir. Hâlâ Anayasa’nın başlangıç kısmı ve diğer bütün hükümlerine yayılan otoriter ve ideolojik ruh canlıdır.

Bu isyanlar, Türkiye’de kuruluş evresinde demokratikleşme ve temel hak ve hürriyetlere yönelik kısıtlayıcı uygulamaların temel gerekçelerinden birini oluşturmuş ve bu tür politikalardan en fazla etkilenen de ifade hürriyeti olmuştur. Tabii ki bu kadar değişen yoğunluklarda devam etmiştir.

Bazı zamanlar, kişilerin Kürtçe konuşması ve şarkı söylemesine varıncaya kadar yasaklamalar tatbik edilmiştir. Çoğu kereler “ben Kürdüm”, “Kürt sorunun çözümlenmesi için şunlar şunlar yapılması lazım” şeklindeki demokratik, barışçı söylemlerin bile, bazı dönemlerde “ülke bölünüyor” paranoyası altında yasaklanması yoluna gidilmiştir.

Liberalizm Korkusu

1930’lu yıllarda Türkiye’nin referansları büyük ölçüde Avrupa’daki faşist partiler ile sosyalist ülkelerdeki sosyalist partiler olmuştur. Türkiye 1930’lu yılların başında, bazı iç ve dış faktörlerin de tesiri altında yönelmiş olduğu yeni kimlik arayışında karşısına çıkan “ya faşist ve sosyalist gelenekleri referans alarak devletçi, merkezden kumandacı otoriter bir siyasi, iktisadî politikayı benimsemek; ya da Batı’daki liberal geleneği referans alarak bireyci ve adem-i merkeziyetçi bir politikayı benimsemek” seçeneklerinden birincisini tercih etmiştir.

CHP Genel Sekreteri Recep Peker 1930’ların başında “liberal demek vatan haini demektir” diyerek Türkiye’nin liberalizmle bağlarının koparıldığını deklare etmiş olmakta idi.

Türkiye’de 1923–1950 arası dönemde, birey-devlet ilişkisinde öncelik devlete tanınarak birey arka plana itilmiştir. CHP’nin belirlediği politikalarla bütünleşen ve ona hizmet eden devlet, yarı-Tanrısal, soyut, sorgulanması kabil olmayan kutsal bir boyut kazanarak, bireylerin ve vatandaşların ufkunun önüne geçen bir mitos haline gelmiştir.

Tek tek bireylerin ve grupların çıkarlarından ziyade, devletin öncülüğünde “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış” bir millet anlayışı içinde kolektif bir çıkar ve kimlik oluşturulmuştur.

Liberal düşünce bu anlayış için tehlikeli akım olarak görüldüğü için, bu düşüncelerin yayılmasına sıcak bakılmamış, ifade hürriyetinin alanı bu kesim aleyhine büyük ölçüde daraltılmıştır. Maksat kurulmak istenen resmi projenin, bu kesimden gelebilecek eleştirilerden korunmasını sağlamaktır.

Yargıya Yüklenen Milli Projeyi İç Düşmanlardan  Koruma Ödevi

1924 Anayasası döneminde benimsenen ideolojik-siyasi tercih gereği, Devlet’in yargı dâhil bütün kurumlarına, söz konusu korkular zemininde yeni rejimin ve inkılâpların bekçisi olma yükümlülüğü yüklenmiştir.  

Hemen hemen bütün hâkimler, hangi ideolojik eğilimde olurlarsa olsunlar, bu bakımdan “devletçi” ve “resmi ideoloji”yi koruyuculuk noktalarında birbirine benzemektedirler. Tabiatıyla, hâkimlerin mesleki formasyonları da, genellikle bu ideolojik-kültürel kuşatılmışlık ortamı içinde oluşmaktadır.

Hâkimlerin, Cumhuriyet’i, laikliği, Cumhuriyet’in kazanımlarını, çağdaş hayat tarzını korumaya yönelik tutumları, Cumhuriyet’in ileriki yıllarında da değişen ölçülerde devam etmiştir. Hâkimlerin korku temelli koruma ve kollama refleksli kararlarından en fazla etkilenen ifade hürriyeti olmuştur.

Ermeni Korkusu

Türkiye’de tartışılması ve konuşulması rahat olmayan bir konu da Ermeni meselesidir. Bu konu aslında sadece Türkiye’de değil diğer ülkelerde yaşananlar açısından da sorunludur.

Başta ABD ve Fransa olmak üzere ileri demokrasinin cari olduğu bazı ülkelerde, “Ermeni Katliamı yoktur” yönündeki düşüncelerin ifade edilmesinin yasaklanması yönünde çabalar olduğu gibi, çok az sayıda ülkede bu yöndeki beyanları suç sayan kanunlar çıkarıldığı görülmektedir.

Oysa Holokost hadisesi de dahil olmak üzere hiçbir tarihi hadisenin, ifade hürriyetine yönelik yasaklar arkasına saklanarak tartışılması engellenemez; ya da bu engellemeler demokratik çoğulcu yapı ile bağdaştırılamaz.

Türkiye’de de hukuki düzenlemelerle olmasa da bazı fiili uygulamalarla ya da toplumsal ve devlet temelli tutum almalarla bu alanın konuşulması hiç de rahat değildir. Sanki Ermenilerin geliştirmiş oldukları iddiaların haklı çıkmasından ciddi manada korkulmaktadır.

Bu korkuların en bariz misali, birkaç yıl önce bir üniversitemiz tarafından gerçekleştirilmek istenen ve tam da bu konuyu ele alacak olan bir organizasyonun gerçekleştirilmesinin engellenmiş olmasıdır.

Sonuç

Netice itibariyle Türkiye’de Cumhuriyet ile birlikte benimsenen yeni rejim, maalesef demokratik nitelikte olmamıştır.

Otoriter kimliği ile yeni bir toplum inşa etme projesi kapsamında başlatılan politikalar, hep korku temelli olarak geliştirilmiştir.

Bu korku temelli politikalardan da ifade hürriyeti büyük ölçüde olumsuz yönde etkilenmiş, bu hürriyet uzunca bir süre dar bir cendereye sıkıştırılmıştır.

İleriki yıllarda her ne kadar demokrasiye geçilmiş ise de bu demokrasi çoğulcu zeminde değil, militanlaştırılmış cumhuriyet anlayışı ile hep sınırlı bir siyasi alanda hapsolmuştur.

Türkiye’de maalesef uzunca yıllar çok sayıdaki kişinin şiddeti içermediği halde sırf resmi telakki ile çeliştiği için ifade edilen düşüncelerinden dolayı cezalandırılması, cari sistemin büyük bir ayıbı olarak tarih sahnesinde yerini almıştır.

Her ne kadar fiili bir gelişme olarak, biraz da harici gelişmelerin de tesiriyle özellikle sol akımlar kaynaklı korkular büyük ölçüde izale olmuş gibi görünse de, diğer korkulara ilişkin en azından kanuni ve anayasal zeminde besleyici kurallar kısmen de olsa varlığını sürdürmektedir.

Hâlâ Anayasa’nın başlangıç kısmı ve diğer bütün hükümlerine yayılan otoriter ve ideolojik ruh diri ve canlıdır. Belki şimdilerde ifade hürriyeti ve diğer korkular bağlamında belirgin bir şekilde sorunlar yaşanmıyor gibi görünse de, konjonktürel olarak bu korkuları depreştirebilecek kanuni ve anayasal normlar maalesef varlığını sürdürmektedir.

Burada yaşanan sorunların geri planında zihniyet temelli marazi haller mevcut ise de, en azında anayasal ve hukuki ıslahatın her halükârda yapılmasına ihtiyaç vardır. Aksi halde bilinmez bir gelecekte, benzer sorunların tekrar yaşanmamasının hiçbir garantisi yoktur.

1  Bülent TANÖR, Siyasi Düşünce Hürriyeti ve 1961 Türk Anayasası, Öncü Kitabevi, İstanbul, 1969, s. 27.

2  Mustafa ERDOĞAN, “Demokratik Toplumda İfade Özgürlüğü: Özgürlükçü Bir Perspektif”, Liberal Düşünce D., Yıl 6, S. 24, Güz-2001, s. 9.

3  Erdoğan TEZİÇ, “Türkiye’de Siyasal Düşünce ve Örgütlenme Özgürlüğü”, Anayasa Yargısı, C. 7, 1990, s. 33.

4  İbrahim Ö. KABOĞLU, Türkiye’de Düşünce Özgürlüğü, TÜGİK, İstanbul, 1997, s. 19.

5  Adnan KÜÇÜK, “Korku ve Vehim Temelli Varsayıma Dayalı Yasaklamalar”, Taraf Gzt., 26.06.2008.

6  Frank FUREDİ, Korku Kültürü Risk Almanın Riskleri, (Çev. Barış YILDIRIM), 1. B., Ayrıntı y., İstanbul, 2001, s. 8-12.

7  FUREDİ, age., s. 13-15, 23–28.

8  KÜÇÜK, agm.

9  İbid.

10 Bülent TANÖR, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri 1789-1980, 4. B. Afa y., İstanbul, 1996, s. 250.

11 Tevfik ÇAVDAR, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1839–1950, C. 1, B. 1, İmge Kitabevi, Ankara, 1995, s. 317–318.

12 Murat YILMAZ, “Laikçilikten Demokratik Laikliğe”, Dünden Bugüne Tercüman Gzt., 05.03.2005.

13 ERDOĞAN, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, s. 69.

14 Ömer ÇAHA, Açık Toplum Yazıları, Liberte y., Ankara, 2004, s. 147.

15 İbid., s. 147–149.

16 Said NURSİ, Emirdağ Lahikası,http://www.risaleinur.org/yenisite/moduller/risale/index.php?tid=211, (ET: 20.05.2014).

17 ÇAVDAR, age., s. 268.

18 ÇAHA, age., s. 168.

19 TANÖR, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri 1789-1980, s. 235.

20 ERDOĞAN, “İfade Özgürlüğü Genişliyor mu?”, Dünden Bugüne Tercüman Gzt., 07.02.2005.

 

Dernekler Dergisi, 15.05.2015

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et