Satırlarıma Ankara’da hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allahtan rahmet ve yakınlarına sabır dileyerek başlamak istiyorum.
Terörün amacı çoğu kez toplumsal sağduyuyu ortadan kaldırmak; akıl ve mantığın yerini öfke ve kinin almasını sağlamaktır. Engellenemeyen şiddet olayları insanları bazen korku ve acziyet içinde bırakabilir.
Ankara’yı bir kere daha kana boyayan korkunç patlamanın ardından çoğumuzun da hissettiği bu.
Eylemle ilgili işaretler PKK’yı gösteriyor ancak kim olursa olsun amaç çok açık.
Birileri Suriye’deki savaşa bizi de bir şekilde dâhil etmek istiyor ve farklı güç odakları başka amaçlarla bunu yapıyor olabilir.
Bazıları bizi Suriye’ye benzetip müdahaleye açık ve zayıf bir Türkiye isterken bazıları da Suriye batağına çekerek kanımız üzerinden rant devşirme peşinde.
Dost ve müttefik bildiklerimizin hemen her konuda önce kendi çıkarlarını düşündüklerini; düşmanlarımızın ise oyunlarında sınır tanımadıklarını daha önce de gördük.
Rusya’nın gerilimi düşürmek yerine sürekli tırmandıran ve Türkiye’yi suçlayıcı ifadelerinin arkası boş değil.
ABD’nin Türkiye’yi Suriye konusunda nasıl itekleyip, sonra da hiçbir şey olmamış gibi yalnız bıraktığını ise unutmadık.
Ancak üzücü olan halkımızın siyasi çekişmeler yüzünden bölünmesi. Öyle ki üstümüzden Rus uçakları uçsa sevinç gösterisi yapacak kadar sağduyuyu yitirenler olduğu gibi her türlü aklıselim sesi ve muhalefeti bile boğmak isteyenler var.
Ve bir tarafta PKK. Kürtlerin haklarını savunduğunu iddia eden örgüt; topyekun halkını ve ülkeyi ateşe vererek yeni bir Suriye yaratma çabasında. Geçmişte tüm yaşananlara rağmen gerçekleşmeyen duygusal kopuşu sağlamak için her yolu deniyor.
Güya emperyalizm karşıtı örgüt, dünyanın tüm emperyalist güçleri ile kol kola. Kapalı kapılar arkasında kendilerine ne vaat edilmiş olabileceği çok da sır değil ama Kürt halkının hendek siyasetinde verdiği cevap çok açık. Umarım bu tavır Nevruzda da devam eder. Kürt halkı barıştan yana tavır koymuşken, örgütün bu denli gözü dönmüşlüğünün başka bir izahı yok gibi görünüyor.
PKK, halktan alamadığı desteği tersinden almak için yeni bir strateji peşinde. Madem, Kürtler destek vermiyor, Türkleri ve devleti tahrik ederek, 90’lı yıllarda düşülen hatalara yeniden düşülmesini sağlamaya çalışıyor. Ve maalesef duygu olarak çoğumuz bu noktaya vardık bile.
Çok zor olmasına rağmen bu tuzağa düşülmemeli; düşmana inat dostluk ve barış için mücadele etmeliyiz.
Yeni bir dünya kurulurken üzerimize oynanan oyunları bozmak için derin nefes alıp tekrar önümüze bakmamız gerekiyor.
Böyle Olmamalı-Adı Bahtiyar
Geçen hafta basına Yalova’da Diyarbakırlı bir kız öğrenci aynı okuldan 6 kız öğrenci tarafından evinde dövülüyor, elinde bayrak ve alnına da rujla T.C. yazılarak çekilen fotoğrafları sosyal medya üzerinden paylaşıldığı ile ilgili haberler yansıdı.
Bu haber beni yıllar öncesine götürürken, Ahmet Kaya’nın “Adı Bahtiyar” türküsünü de hatırlattı.
Çocukluğumun ilk canlı ve travmatik anıları 12 Eylül’e ait. Tankların gölgesinde okula gidiş gelişleri; sınıftan öğretmenimizin yaka paça gözaltına alınmasını ve memlekete gidiş yolculuklarını hiç unutamadım.
O yıllarda Ankara çıkışında otobüsler kimlik kontrolü için durdurulur ve kimliğinde Çorum’un köyleri yazanlar indirilir, bagajları didik didik aranırdı. Otobüse geri döndüğünüzde, sizi nefret dolu gözlerle takip eden hatta açıkça küfreden insanların önünden geçerek ezik bir vaziyette koltuğunuza çökerdiniz.
Peki, neden? Polise göre Çorumlu ve köylerindenseniz solcu-komünist-Alevi olma ihtimaliniz çok yüksekti ve bütün bunlar tedbir amaçlıydı. Belki daha öncedir ama o yıllarda iki tane otobüs firması vardı ve herkes kendi firmasının otobüsüne biniyor, böylece birbirine dokunmadan yaşayıp gidiyordu.
Gazetedeki haber elbette bana bunları başka bir vesile ile hatırlattı. 90’ların ortasında üniversiteyi kazanmış ve yeni bir şehre adımımızı büyük umutlarla atmıştık. Umutluyduk ama aileden ve arkadaşlarımızdan ilk ayrılık kalplerimize bir o kadarda ağır gelmişti. Çoğumuz dokunsanız ağlayacak kıvamdaydık.
Okulumuz yeni kurulan bir üniversiteydi ama evveliyatı milliyetçi hassasiyetleri ile bilinen bir okuldan ayrılmaydı, yüksekokul 10 yıldır açıktı ve ufakta olsa küçük bir kampüsü ve yurdu vardı.
Durumu iyi olmayan her öğrenci gibi biz de devlet yurdunu tercih etmiştik. Daha üniversitenin kapısından girer girmez sağdan soldan birileri kolumuza giriyor ve bizlere bir şeyler anlatıyordu. Bir kısmı cemaat yurtlarına davet ederken bir kısmı akşam yurtta toplantımız var diyerek davet ediyor, bazıları da ufaktan ayar veriyordu.
Bizimle beraber kara kuru, esmer tenli, kırık Türkçesi ile Ağrı’lı bir arkadaş da vardı. Gözlerindeki heyecanı hiç unutamam. Ayaküstü konuşmamızda ailesinin maddi durumundan bahsetmiş ve bir an önce okulu bitirip iş güç sahibi olması gerektiğini heyecanla anlatmıştı. Biz fakülte öğrencilerini ayrı bir bloğa yerleştirmişler o ise diğer katlardan birine düşmüştü. İlk tanışmamızdaki yakınlığımızdan olsa gerek akşamları yanımıza gelir sohbet ederdik.
Bir gün gözleri morarmış bir şekilde geldi. Ne olduğunu sorduğumda “Abi, Ağrı’lıyım, Kürdüm diye dövdüler” demişti. Sadece okumak ve biran önce mezun olmak istediğini söylemiş ama oralı olmamışlardı. Olan bitenlere herkes sırtını dönmüştü; yurt idaresi, okul yönetimi ve polis görmedim-duymadım-bilmiyo
Ta ki bir gün Ahmet Kaya’nın dediği gibi;
Gazetede çıktı üç satır yazıyla
Uzamış sakalı çatlamış sazıyla
Birileri ona ölmedin diyordu
Ölüm ilanında hüzünle gülüyordu.
Bir gazetenin sayfalarını karıştırırken soluk bir resim gözüme çarptı. Altındaki haberde “x kırsalında meydana gelen çatışmada x kod adlı Ağrı nüfusuna kayıtlı x Ölü ele geçirilmiştir.”
O an beynimden vurulmuşa dönmüş ve ağlamıştım.
Suç kimdeydi? Suç onda mıydı; onu koruyamayan bizde miydi yoksa onu dağa itekleyenlerde mi? Tek bildiğim burada suçu en az olan oydu.
Karar, 16.03.2016
http://www.karar.com/yazarlar/senol-kaluc/tuzaga-dikkat-172