Roman okuyacak vakit bulamamaktan şikayet eder dururum. Onun için Elif Şafak’ın “Aşk” isimli popüler romanını oturup baştan sona okumak bir başarıydı benim içim. Çok beğendim kitabı. Elif Şafak’ı da takdir ettim.
Kusursuzluk elbette mümkün değil. Dolayısıyla, bazı yazarların işaret ettiği gibi kimi bilgi hataları olabilir romanda. Bazı kısımların biraz fazla “didaktik” (öğretici) durduğunu söylemek de mümkün. Ama sonuçta Elif Şafak önemli bir şey başarmış. Mevlana ile Tebrizli Şems arasındaki manevi ruhdaşlığın modern bir Amerikalı kadının hayatını nasıl dönüştürdüğünü anlatırken aslında modern Türklere bir mesaj vermiş:
Sizin “köhne ve geri” diye kaldırıp attığınız dinin içinde, sürdürdüğünüz o çok “çağdaş” ve bir o kadar da sığ hayata ışık verecek erdemler, sırlar ve hikmetler var.
Bence de öyle. Hem de çoğu insanın pek tahmin etmeyeceği, ama Elif Şafak’ın isabetle altını çizdiği “aşk” meselesinde bile.
Evet, bu “aşk” mefhumu büyük bir mesele. Tarih boyunca kuşkusuz öyle olmuştu, ama bu bizim modern çağda daha da çetrefilli hale geldi. Hayatın çok daha değişken hale geldiği, insanların “kısmetim buymuş” diyerek bir yastıkta kocamak yerine “ilişki”den “ilişki”ye geçtiği yeni dünyada, aşık olup da kendini birine “ölesiye” kaptıranlar, yolun sonunda çoğu kez acıya ve gözyaşına boğuluyor.
Modern şarkıların çoğu zaten bu trajediyle dolu. “Yaralıyız hepimiz” diye bitiyor Teoman’ın bir parçası. Bir diğeri, durumu şöyle özetliyor:
“Bir kaç uyku hapı, bir kaç kıskançlık krizi; elimizde bunlar var, mutlu olmaya yetmez ki…”
Peki ama bu “yaralılık” hali kaçınılmaz mı? İnsan olmanın zorunlu sefaleti mi? Yoksa, solcuların pek sevdiği ifadeyle, “başka bir dünya mümkün” mü?
Evet, mümkün. Ama “dışarıda” değil, “içeride”, yani zihnimizde. Sufiler, yani tasavvuf ehli, işte bunu keşfetmiş, hem de bunun bir “alternatif dünya” değil, hakikatin ta kendisi olduğuna hükmetmişlerdi.
Bu dünyanın kapısını biraz aralamak isterseniz, önce şu soruyu sorabilirsiniz: İnsanlar en çok kimleri cazip buluyor, kimlere aşık oluyorlar?
Cevabı da muhtemelen şöyle verirsiniz: Güzel, akıllı, samimi, dürüst, karakterli, derinlikli insanlara…
Ama aslında şöyle demek de mümkün: Güzelliğe, Akla, Samimiyete, Dürüstlüğe, Karaktere, Derinliğe…
Yani aslında aşık olunan şeyin tek tek “insanlar” değil, onlarda yansıyan “vasıflar” olduğunu söylemek mümkün. Nitekim bu vasıflar nedeniyle birine sırılsıklam aşık olan birisi, bir zaman sonra benzer vasıfları başkasında bulup ona da aşık olabiliyor. İnsanlar gelip gidiyor, ama vasıflar kalıyor.
Bu gerçeği Eski Yunan düşünürü Eflatun da fark etmiş ve ünlü “İdealar Teorisi”ni geliştirmişti. Buna göre dünyada gördüğümüz her maddi varlık, aslında metafizik evrende var olan “idea”ların, yani ideal form ve ilkelerin eksik birer kopyasıydı.
İşte, sufiler de varlık alemini böyle anladılar. Biz insanların sevdiği her şeyin, aslında Allah’a ait olan Sıfatlar olduğunu, bu Sıfatlar’ın yaratılmışlarda “tecelli” ettiğini, yani gözüktüğünü söylediler. Böylece “Leyla”yı sevmekle yola çıkıp “Mevla”ya varabildiler.
İşte, aşkın bir “şeriatı” var ise, bence budur. Bunu içselleştiren, “Leyla”ları önemsizleştirmiş olmaz. Ama onları Sıfatların Mutlak Sahibi sanmaktan, dolayısıyla onlara tapınır hale gelmekten de kurtulur. Dahası Sıfatların Mutlak Sahibi’ne “tevekkül” etmenin gücüne kavuşur.
Bir “ayrılık” durumunda da, kendini helak eden modern aşıklar gibi kederlere boğulmaktansa, Hz. Eyüb’ün Eski Ahit’te dediği gibi der:
“Rab verdi ve Rab aldı; Rabbin ismi mübarek olsun.”
Star, 13.01.2010