Türkiye epey bir zamandır “medeni milletler ailesi”nin şerefli bir üyesi olmak için çaba sarfediyor. Bu hedefe ulaşmanın toplumsal hayatımızla ilgili başka gerekleri de elbette var, ama siyasi sistemin buna uygun şekilde dönüştürülmesi nispeten daha kolay görünüyor. “Kurulu düzen”in devamında çıkarı olanların bu medenileşme çabasına gösterdiği şiddetli direnişe rağmen bu böyle.
“Medenileşme” derken tabiiki “çağdaşçılık”ı kastetmiyorum. Çünkü, “çağdaşçı” toplumsal-siyasal tasavvur kurulu otoriteryen düzenin bazı makyaj düzeltmeleriyle aşağı yukarı aynen sürdürülmesini öngörüyor. Yine bu tasavvur devlet seçkinlerinin ve onların sözde sivil müttefiklerinin toplum üzerinde kurdukları vesayetin de değişmeden kalmasından yanadır. Oysa, sahici anlamda medenileşmek toplumun her türlü vesayetçi tasalluttan kurtulmasını ve kendi kaderini eline almasını gerektiriyor.
Sahici bir medenileşme programının bana göre başlıca üç ayağı var: Hürriyet, demokrasi ve refah. “Nasıl bir Türkiye?” sorusunun cevabı da bu formülde saklı: “Hür, demokrat ve müreffeh bir Türkiye”.
Bu sade üçleme birçoklarına gayet iddiasız bir formül gibi gelebilir. Özellikle, son zamanlarda -akademik literatürde bile- revaçta olan, vuzuhtan yoksun, ne dediği belli olmayan, gereksiz yere karmaşık hale getirilmiş söz söylemeyi başarının ölçütü sayan anlayışın çekiciliğine kapılmış olanlar için böyle. Ama yine de bu sade fomülün evrensel bir geçerliliği var.
En başta hürriyetin değerini takdir etmek için ağdalı sözler söylemeye, sofistikasyona başvurmaya hiç gerek. Hürriyet elbette insani-medeni bir hayat için vazgeçilmez değerlerden biri, belki de birincisi. Gayet sade olarak, hürriyet baskı altında olmama, beşeri bir otoritenin keyfi müdahalesine maruz kalmama durumudur. Bu özelliğiyle hürriyet demokrasinin ve refahın -aslında, özerklik ve erdemin de- temelidir. Medeni bir toplum her şeyden önce hür bir toplumdur.
Hür bir toplumda kamu hayatına dair (ortak) kararları almak için de demokrasiye ihtiyacımız var. Böyle bir demokrasi, toplum olarak ortak kaderimize hakim olmamızın olduğu kadar, bireysel özerkliklerimizin de teyididir. İnsanların fiziki ihtiyaçların baskısından kurtulmaları ve amaçlarını gerçekleştirmenin maddi araçlarına sahip olmaları anlamında refah da evrensel bir değeri temsil etmektedir. Bu amaca ulaşmak için gereken üretkenliği sağlamanın da hürriyetçi bir siyasi sistem ve piyasa ekonomisinden başka bir yolu yok.
Bir şey daha var: “Hürriyet-demokrasi-refah” üçlü idealinin gerçekleşmesi de en temelde toplumda barışın tesis edilmesine bağlı. Onun için, bugün Türkiye’nin önündeki en acil mesele Kürt sorununun yol açtığı iç-savaş benzeri durumun sona erdirilmesidir. Bununla, elbette, “Önce Kürt sorununu barışçı bir çözüme kavuşturalım, hürriyet ve demokrasi meselesine ondan sonra bakarız” demek istemiyorum. Çünkü, bu çözüm de ancak hür bir ortamda ve demokratik müzakere yoluyla sağlanabilir.
Öte yandan, Kürt sorununda bir çözüme ulaşabilirsek, bu sadece Türkiye’yi dirlik-düzene kavuşturmayacak, fakat aynı zamanda toplumun genel özgürleşmesine de katkıda bulunacaktır. Daha önce başka bir yazımda kullandığım ifadeyle, böyle bir durumda “bizi Kürtler özgürleştir”miş olacaktır. Öyledir, çünkü, Kürt sorununun çözümü için gerekli olan düzenlemeler, ancak cari rejimin arkasında yatan tekçi-otoriteryen anlayışın terkedilmesiyle mümkün olabilir. Türkiye toplumunun kültürel çeşitliliğini tanıyan yeni bir anlayış ise elbette sadece Kürtleri değil toplumun bütün unsurlarını özgürleştirmekle sonuçlanacaktır.
Not: Okuyucularımın Bayramını kutluyorum.
Star, 11.09.2010