Türkiye’nin siyasi gündemi sürekli değişiyor. Böyle olması da normal; çünkü dünya değişiyor, hayat değişiyor. Yine de bu durum Türkiye’nin asıl gündeminin hiç değişmeden kaldığını bize unutturmamalı. Bu değişmez gündemin üç ana başlığı var: barış, özgürlük ve refah. Aslına bakılırsa, bu gündem evrensel bir geçerliliğe sahip: Her toplumun ve genel olarak insanlık aleminin değişmez gündeminin baş sıralarında aynı amaçların yer alması gerekiyor. Açıktır ki, barışa, özgürlüğe ve refaha bütün toplumların aynı derecede ihtiyacı var.
Bu amaçlardan gerçekleştirilmesi en kolay olan barış. Dünyanın pek çok yerinde iç çatışmaların ve ölümcül küresel gerilimlerin yaşanmakta olduğu günümüz şartlarında, barışı gerçekleştirmenin en kolay iş olduğunu söylemek ironik görünebilir, ama öyle değil. Çünkü, barış için gerekli olan tek şey kimsenin kimseye saldırmaması, herkesin güce başvurmaktan kaçınması. İster bir kişi isterse bir toplum olsun, başkalarına karşı şiddete başvurmanın meşruluğunun tek şartı, kendini savunma durumunda kalmaktır.
Ne var ki, günümüzde böyle bir barışçı dünya tasavvurunun önünde, ulus-devletlerin “egemenlik” kavramına atfettikleri kutsallık gibi büyük bir engel var. Oysa, bir devletin egemenliğinin ihlâli (meselâ, “sınır ihlâli”) durumunda, eğer insanlara zarar verilmemişse, ortada gerçek bir mağdur yoktur. Böyle bir durumda sözde “mağdur” olan, gerçek dünyada karşılığı bulunmayan, egemenliğe ilişkin zihinsel bir algıdan başka bir şey değildir. Onun içindir k, dünya barışı, her şeyden önce egemenliğin kutsallaştırılmasından vaz geçmeyi gerektiriyor.
Küresel barış aynı zamanda iç barışın da çevre şartı veya kolaylaştırıcısıdır. Dışta barışçı olmayan bir devletin içte barışçı olması zordur. Bu arada, totaliter devleti kendi halkıyla savaş halindeki bir devlet olarak gördüğümü belirtmeliyim. Sözünü ettiğim ilişki tersinden, hatta belki daha da güçlü olarak kurulabilir: Kendi halkına zulmeden devletler, genel bir eğilim olarak, uluslar arası alanda da saldırgan olur. Kendi tebasını –veya onun bir kısmını- düşman olarak gören bir devletin başka halklara da düşman nazarıyla bakması daha kolaydır. Meselâ İsrail hem dış politikasında saldırgandır hem de kendi egemenlik alanındaki Filistin halkına karşı zalimdir, savaşçıdır.
Ayrıca, barış hem küresel anlamında hem de iç barış anlamında diğer iki insani idealin –özgürlük ve refahın- gerçekleşmesinin de ön şartıdır. Küresel barış yeryüzünde özgürlük bilincinin gelişmesini kolaylaştıracağı gibi, refahın küreselleşmesini de teşvik eder. Küreselleşme sadece özgürlük fikrinin değil, fakat refahın da dünya çapında yayılmasını kolaylaştırır. İlkinde “küresel sivil toplum”, ikincisinde ise “serbest ticaret” ana dinamiklerdir. İç barışla özgürlük ve refah arasındaki olumlu ilişki ise daha kolay kavranabilir. Toplumun çeşitli unsurlarının birbiriyle veya devletin toplumla çatıştığı bir yerde, tabiatıyla, ne özgürlükten söz edilebilir ne de refahın üretiminden.
Öte yandan, özgürlük ve refahın gerçekleşmesi de birbiriyle ilişkilidir. Bu iki hedef aynı anda gerçekleştirilebilir. Bugün artık, “eski düzen” zamanında kimilerinin yaptığı gibi, kalkınma ve refahın ancak özgürlük pahasına gerçekleştirilebileceğini savunmanın hiçbir ikna ediciliği yoktur. Doğrusu şu ki, hür ve müreffeh toplum idealleri, aslında, aynı gerçeğin iki farklı yüzünden başka bir şey değildir. Başka bir ifadeyle, refaha kavuşmanın yolu özgürlükten geçiyor; bu, insanlık tecrübesinin de doğruladığı bir hakikat.
Özgürlük elbette kendi başına bir değerdir, ama refahın da ön şartıdır. Toplumsal barış ise her ikisinin de ön şartıdır. Şu halde, Türkiye toplumu olarak bizim de refahımızı artırmamız için özgürleşmemiz, özgürlüğün hukuki ve siyasi çerçevesini tesis etmemiz, ama ondan önce iç barışı sağlamamız gerekiyor. Somutlaştırmak gerekirse, Kürt sorununu barışçı bir çözüme kavuşturmadan Türkiye özgürlük yönünde kalıcı adımlar atamaz. Ne var ki, barışın üretilmesi de özgür bir ortamın varlığını şart koşuyor. Öyleyse, önümüzde, birbirinden ayrılması mümkün olmayan bütün bu amaçları –ama özellikle de barış ve özgürlüğü- eşzamanlı olarak gerçekleştirmeye çalışmaktan başka bir yol yok.
Özgürlüğün “hukuki ve siyasi çerçevesi”ni tesis etmenin de ilk şartı 1982 Anayasası’nın dayandığı siyasi felsefeyi kategorik olarak reddeden yeni bir anayasa yapmak ve temel mevzuatımızı da ona göre değiştirmektir. Bunun, hem yapılma tarzı hem de normatif içeriği bakımından “sivil-demokratik” bir anayasa olması gerektiğini ise söylemeye bile gerek yok. Tabii, bu adımın, “açık toplum” olma çabasıyla paralel girmesi gerekiyor. Türkiye gitgide daha fazla küresel toplumla entegre olmalı, Türkiye’nin “sivil toplum”u küresel boyut kazanmalıdır. Açıktır ki, kendi içine kapalı bir toplumda özgürlüğü uzun süre koruyamazsınız. Aynısı refah için de geçerlidir. Refahın şifresi “kendi-kendine yetme” iddiası güden bir toplumda değil, fakat iktisadi bakımdan da çevresine ve dünyaya açık, başkalarıyla temasa geçmekten, onlarla “alış-veriş” yapmaktan korkmayan, kendine güvenen bir toplum olmaktadır.
Bu arada, Avrupa Birliği’ne tam üyelik yolunda kararlılıkla ilerlememizin de Türkiye’nin hem özgürleşme hem de refaha kavuşma davasına hizmet edeceği açıktır. Zenginlik ve refahın anahtarı “serbest ticaret”te, iktisadi sınırların kaldırılmasındadır. Onun içindir ki iktisadi olarak dışa açılmayı sadece Avrupa’ya doğru değil her yönde gerçekleştirmeliyiz. Kısaca, Türkiye iktisadi anlamda da tam bir “açık toplum” olmalıdır. Öte yandan, özgür toplum müreffeh toplumun da anahtarı olduğuna göre, ancak sivil özgürlüklerle desteklenen bir serbest piyasa ekonomisi refah üretebilir ve onu yaygınlaştırabilir. İnsanlığın özellikle yakın dönem tecrübesi göstermiştir ki, devletin toplumun patronu ve “velinimeti” olduğu yerde ne özgürlük yeşerebilir ne de zenginlik ve refah üretilebilir.
Star-Açık Görüş, 06.06.2010