İki turlu seçimle iki dereceli seçim sık sık birbirine karıştırılır. Siyaset bilimi okuyan yahut çalışanlar ile yılların siyasetçileri ve üst düzey bürokratlar da düşerler, bu hataya. Aradaki farkı anlamak için Fransa ve ABD örneklerini gözden geçirmekte fayda var.
Fransa’nın da içinde yer aldığı kimi ülkeler her seçim çevresini tek milletvekilinden oluşan bölgelere ayırmış. Literatürde bu uygulamaya ‘dar bölge’ deniyor. Fransa’da vekil seçilebilmek için o bölgedeki geçerli oyların salt çoğunluğunu (yarısının bir fazlasını) almak gerekirken, aynı sistemi benimseyen Büyük Britanya’da en yüksek oyu almak yetiyor. Bu yüzden Büyük Britanya’da milletvekili seçimleri tek turlu. Dar bölge sistemi ise Fransa’da olduğu gibi genellikle iki turlu uygulanıyor.
İlk turda salt çoğunluğu sağlayan çıkmazsa en çok oy alan iki adayın yeniden yarışması esasına dayanan dar bölge sisteminin Fransa’daki uygulaması biraz farklı. Şöyle ki herhangi bir seçim bölgesinde salt çoğunluğa ulaşan aday olmazsa %12,5 ve üstünde oy alan bütün adaylar ikinci tura katılabiliyor. Stratejik ittifakların devreye girdiği bu turda seçmenler hazzetmedikleri bir adayın seçilmesini önlemek için, gönüllerinde yatan aday yerine başka bir ismi destekleyebiliyor. Marjinal parti ve adayların önüne geçeyim derken seçmenin ilk (hakiki) tercihini çarpıtan bu durum, iki turlu seçimlerin en büyük handikapı.
Uzağa gitmeye gerek yok. Ülkemizdeki cumhurbaşkanlığı seçimi de iki turlu olarak yapılıyor. 2023 yılı Mayıs ayında yapılan seçimlerin ilk turunda sonuç çıkmaması üzerine ikinci bir tur yapılmış ve şu anki cumhurbaşkanımız bu ikinci turda seçilmişti. Tek turda da seçilse, ikinci tura da kalsa milletvekilini veya cumhurbaşkanını doğrudan halkın seçmesi halinde ‘tek dereceli seçim’ söz konusu. İki dereceli seçimlerde ise durum farklı.
İki dereceli sistemlerde ‘müntehib-i evvel’ adı verilen ilk seçmenler (oy verme hakkına sahip vatandaşlar), ‘seçiciler heyeti’ olarak görev yapan ‘müntehib-i sâni’leri seçiyor. Müntehib-i sâni adı verilen ikinci seçmenler ise milletvekillerini seçiyor. 1876’da Birinci Meşrutiyetin ilanından 1946’ya kadar geçen sürede milletvekilleri bu şekilde seçildi. 2014 yılına kadar cumhurbaşkanları da ikinci seçmen görevi yapan TBMM üyeleri tarafından yine bu şekilde seçildi. İşin ilginç ya da tuhaf tarafı, halen ABD başkanları da bu şekilde seçiliyor.
ABD Başkanını çoğumuzun sandığı gibi Amerikan halkı seçmiyor. ABD seçmeni, Başkanı seçecek ‘seçiciler kurulu’nu (electoral college) seçiyor. Daha doğrusu her eyaletten seçimle gelen delegelerden müteşekkil ABD Temsilciler Meclisi, bir seçici kurul gibi hareket ederek ABD Başkanını belirliyor.
Rakibinden daha az delege çıkaran ve Temsilciler Meclisi’nde geride kalan aday, sandıktan kendisine daha çok oy çıkmış bile olsa Başkanlık yarışını kaybediyor. 2000 yılında Al Gore’un, 2020 yılında Hillary Clinton’un başına gelen buydu. Daha çok oy aldıkları halde başkan seçilemediler. Benzer bir durumu 7 Haziran 2015 ve 14 Mayıs 2023 seçimlerinde biz de yaşadık. 2015’te HDP bir buçuk milyon daha az oy aldığı halde MHP ile aynı sayıda vekil çıkarmıştı hatırlarsanız. 2023’te ise YSP, daha az oy aldığı MHP’den onbir, İYİ Parti’den onsekiz vekil daha fazla çıkardı.
Demokrasi teorisiyle çelişir görünse de oyunun kurallarının en başından belli oluşu ve hangi aday lehine sonuç üreteceğinin önceden bilinemeyişi, seçimin sonucuyla ilgili bir meşruiyet tartışması çıkmasını önlüyor. Buna mukabil ABD başkanının seçilme şeklinin değiştirilmesi talebi, bilhassa sol çevrelerce sık sık dile getiriliyor. Ne var ki ABD’nin federal yapısı, yani muhtemel bir anayasa değişikliğinin üye devletlerin (eyaletlerin) her birinde tek tek onaylanması zarureti bu değişikliğin önündeki en büyük engel.
ABD seçim sisteminin bir diğer özelliği, çoğunluğa dayalı olması. Birkaç eyalet dışında geçerli olan bu kurala göre, en çok oyu alan parti o eyaletin bütün delegelerini elde ediyor. Aradaki fark bir tek oy bile olsa durum değişmiyor.
İki büyük partiden oluşan siyasî yelpazesiyle ABD’de bile tartışmaya yaratan bu kural, 1961 yılına kadar bizde de geçerliydi. Herhangi bir ilde en çok oyu alan parti, o ilin bütün vekillerini toplardı. Büyük partiye avantaj sağlayan bu kural, 1946 seçiminde CHP lehine işledi. Sonraki seçimlerde ise parsayı Demokrat Parti topladı. 27 Mayıs darbesinden sonra çoğunluk sisteminden vazgeçilip nispî temsile geçildi. 1961 yılından bu yana bütün seçimler nispî temsil esasına göre yapılıyor.
ABD’de tamamen idarenin uhdesindeki iş ve işlemlerin Türkiye’de bir yargı kurumu olan YSK gözetiminde yerine getirilmesi, seçim güvenliği bakımından Türkiye’ye net bir üstünlük sağlıyor. Seçimler ABD’deki gibi zamana yayılmayıp aynı gün içinde bitiyor. Bunun yanısıra, mektupla oy veya elektronik oy gibi seçim güvenliğini zedeleyen unsurlara yer verilmemesi de artı hanemize yazılacaklar arasında.
Daha evvel de belirttiğim gibi Türkiye, seçim güvenliği konusunda örnek alınacak bir ülke. ABD’nin bu konuda bizden öğrenmesi gereken çok şey var. Hal böyleyken YSK Başkanının uluslararası gözlemci olarak gittiği ABD’de seçimlerin nasıl yapıldığını inceleyip, elektronik oy müessesesi gibi örnek alınabilecek yanlarının Türkiye’de uygulanabilme kabiliyetini araştırdığını söylemesi tam bir talihsizlik olmuş.
Elektronik oy kullanımıyla ilgili kaygılarımı daha evvel dile getirdiğimden tekrar etmeyeceğim. Bizimki gibi yüksek derecede politize olmuş toplumlarda tartışma yaratacak ve seçime gölge düşürecek hiçbir uygulamaya geçit verilmemeli. Elektronik oy da bunlardan birisi, hatta en önemlisi.