Ulusların Hayali Düşüşü: Kitap Eleştirisi

Bu hafta başında Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson’un Nobel iktisat ödülünü aldıklarını öğrendik. Bu araştırmacılar ciddi bir literatür yaratmayı başardıkları için epeyce zamandır da bekleniyordu. Aynı zamanda akademideki üretkenliklerinin de inanılmaz bir boyutta olduğunu söyleyebilirim. Örneğin Acemoğlu’nun Google Scholar’da sıraladığı 2024 yılında yayınlanan çalışmalarına bakmak istedim. Bir yılda tam 25 adet. Bunların çoğunluğu working paper statüsünde bile olsa aşağı yukarı aynı zaman aralığında yirmiye yakın farklı konuya odaklanabilmek büyük çaba gerektiren bir iştir. Zaten Acemoğlu’nun da çok çalışkan olduğunu ve gününün çok büyük kısmını çalışarak geçirdiğini yıllardan beri duyarız, biliriz. Bu yüzden de pek garipsemedim. Bu üç bilim adamının da kariyerlerindeki en çok atıf alan çalışmalarının “Why Nations Fail” isimli kitap ve bu kitabın öncüsü olan “The colonial origins of comparative development: An empirical investigation” başlıklı makale olduğunu gördüm. Dolayısıyla kariyerlerindeki en kuvvetli fikri içeren çalışmanın “Why Nations Fail” isimli kitap olduğu açıktır ve bu meslektaşlarımızın ne anlattığı, nasıl anlattığı, nasıl örnekler verdiği ve hatta neleri anlatmayı es geçtikleri tabi ki yıllardan beri dikkatimizi celp etmiştir.

Bu kitabın akademik dünyamızda on yılı aşkın bir geçmişi var. Kitap yıllar içinde çok tartışıldı. Beğenenler çoğunlukta oldu. Zaman zaman da ciddi eleştiriler aldı. Fakat son yıllarda benim hatırımda kalan ise Acemoğlu’nun 14 Mayıs 2023 seçimleri öncesinde sık sık Türkiye’ye davet edilmesi oldu. Türkiye hakkında somut ifadeler kullanmamakla birlikte (muhtemelen Türkiye’nin güncel verilerini de takip etmiyordu) bu kitabındaki iddialarını tekrarlaması ve Türkiye’yi uyarması oldu. Örneklerini çok açık ifade edemese de Türkiye’de dışlayıcı kurumların hâkim olmaya başladığını anlatmaya çalıştı. Oysa bu kitabında Osmanlı’dan bile bahsederken modern Türkiye hakkında hiçbir şey söylememişti. Madem söyleyecek sözü vardı, neden yazmamıştı?  İlginç bir şekilde CHP’nin bir toplantısında ekonomi danışman kadrosunda yer aldığını öğrendik. Çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Çünkü akademiden bildiğimiz Acemoğlu’nun bildiğimiz kadarıyla siyaset yapma hedefi yoktu. Bu tarz işlere de vakti olmaması gerekiyordu. Ardından diğer bir muhalefet partisinin lideri Ali Babacan her gittiği yerde bu kitabı örnek gösteriyordu. Bu kitap o kadar önemliydi ki, bu aralıkta altılı muhalefet masasının resmi ideoloji kılavuzu haline geldi. Muhalefetin temel yönetim kaynağı olma ihtimali olan bu kitabı yeniden değerlendirmek biz Türk sosyal bilimcileri için farz olmuştu. Fakat bu kitap yurtdışında neredeyse literatür oluşturacak kadar değerlendirildiği halde Türkiye’de de çok satmasına rağmen pek ciddi değerlendirme yapılmadı. Birkaç tane tanıtım yazısı. Birkaç tane gazeteden eleştiren köşe yazısı var. Üstelik Şükrü Hanioğlu gibi birkaç tarihçi dışında Türkiye’den hiçbir iktisat tarihçisi fikir beyan etmedi. İlmine güvendiğim Türkiye’deki iktisat tarihçiliğinin büyük hocalarını bekledim. Bu kadar uzun zaman içinde fikir beyan etmediklerine göre artık hak bana düşmüştür diye düşünerek fikirlerimi yazmaya karar verdim. Bu yazının geç kalmışlığının sebebi budur.

Bu kitap çıktığında doktora öğrencisi idim. Henüz çevirisi bile çıkmadan iktisat tarihçilerinden oluşan okuma gruplarında parça parça okuyup her bir chapter’ı aramızda tartıştığımızı hatırlıyorum. Kitap anlatım tarzı ile okuyucuyu büyüleyici bir tarafa doğru çekmekteydi. Son derece akıcı ve profesyonelce yazılmıştı. Kitapta Adam Smith’ten Dani Rodrik’e kadar yapılan göndermeler ilgi çekici idi. Editör desteği almış olmaları da çok muhtemeldir. Çünkü Acemoğlu’nun makaleleri bu derece akıcı değildi. (Daha önce de okuma grubumuzda Kenneth Pomeranz’ın “The Great Divergence” kitabını okumaya çalışırken işkence çektiğimizi hatırlıyorum. Hatta bir arkadaşımız hocaya mail atmıştı. Bu metni nasıl bu kadar anlaşılmaz yazdınız diye). Kitabın ilgi çekme sebeplerinden biri de “grand theory” türünde bir eser olması idi. Büyük soruları sistemli açıklayabilme iddiasını taşıması. Artık günümüzde bu tarz tezler akademik camiada pek görülmüyor. Akademisyenler artık riske girmeden, büyük zaman harcamadan hızlı ve küçük uygulamalardan neden/sonuç üretiyorlar. Büyük soruları parlak sosyal bilimciler sormuyor veya sorulanları cevaplamıyor. Ben de o dönem böyle bir ortamda Why Nations Fail isimli kitaptan etkilendiğimi hatırlıyorum. Fakat alanda deneyim kazandıkça kitabın içeriği gözümde giderek küçülmeye başladı. Birçok hatası ve eksikliği gözüme çarpmaya başladı. Bu kitap öyle bir eser ki içeriğinde bulunan örnekler Britannica ansiklopedisi gibi!  Kitabın içinde Peru’dan Jamaika’dan Grönland’dan bile örnekler var. Tabi ki kitapta yer alan Grönland’daki siyasal sistemleri yorumlayabilecek kadar bilgi sahibi veya ansiklopedi okuyucusu değilim! Ama en azından konuyu nasıl ele aldıklarını, bir problemi nasıl çözmeye çalıştıklarını yorumlayabilirim. Amacım kendilerinin Nobel İktisat ödülü başarısına okuyucu nezdinde gölge düşürmek değildir. Sadece ve sadece aklıma yatmayan konuları tartışmaya açmak içindir. Stephen Hawking’in, Albert Einstein’ın bile yanılabildiği bilimsel dünyada herkes yanılabilir. İddia sahipleri ne kadar şöhretli olurlarsa olsunlar eleştiriden muaf değiller. Çünkü hakikate tartışarak varacağız.

Kitabın yazarlarının bir kabahati olmasa bile kitabın Türkçe’deki başlığı hep gözüme batmıştı. “Why nations fail” başlığını “Ulusların Düşüşü” şeklinde çevirmek bence yanlış bir tercihti. Aslında çeviri yapmanın temel bir kuralı yoktur. Mot a mot çeviriler bazen çok tatsız gelebiliyor. Bu yüzden çevirmen anlamı daha iyi ifade edebilecek kelimeleri kullanmayı tercih edebilir. Buraya kadar kabul edebilirim. Fakat Ulusların Düşüşü ifadesi anlamca da kitabın içeriğini karşılamıyor. Bu ifade belirli bir ekonomik başarı elde eden milletlerin bu seviyeden geriye düşmesi izlenimini yaratıyor. Halbuki yazarlar bir gerileme hikayesi anlatmıyor. Doğrudan başarısızlık hikayesi anlatıyorlar. Bu yüzden başlık kelimesi kelimesine çevrilmeliydi diye düşünüyorum. Dil uzmanı değilim fakat kitabın içindeki bazı özne-yüklem uyumsuzlukları ve bazı kavramların karşılıklarının tuhaf sözcüklerden seçilmesi de dikkatimi çekmişti. Yazarlardan Acemoğlu’nun Türkçe biliyor olmasına rağmen bu başlığa ve içeriğine müdahale etmemesine şaşırdığımı da ifade etmeliyim. Türkiye’deki muhalefet partilerine danışmanlık yapacak zamanı vardı. Fakat en önemli fikrini anlatan kitabın Türkçesini okuyacak zamanı bulamamıştı!

Bu uzun girişi yaptıktan sonra artık kitabın içeriğine dair fikirlerimi sıralamak isterim. Bu kitap temelde iktisat tarihçiliğinin en kadim konusunu sorgulamaktadır. Bu da neden bazı ülkelerin zengin, bazı ülkelerin daha yoksul olduğudur. Bu soru iktisat biliminin ortaya çıkmasıyla hemen hemen aynı yaştadır. Son 250 yılda bu soruya çokça cevaplar verildi. Literatürdeki cevapları ırk, coğrafya, kültür, cehalet, şans, emperyalizm vb. birkaç kategoride toplayabiliriz. Bu kitap ise bunun gibi görüşlerin yanlış olduğunu ve en temel faktörün kurumlar olduğunu açıklamıştır. Kurumlar iddiası aslında Acemoğlu’nun tezi değildir. Kurumsalcılığı Veblen’e kadar dayandırmak mümkün iken Acemoğlu’nun katıldığı yeni kurumsalcığın temelleri 1940’larda Ronald Coase ile atılıyor. Zaman içinde de Oliver Williamson, Douglass North gibi birçok büyük iktisatçı bu fikri teorik olarak geliştiriyor. Bu kitabın teorik olarak yaptığı ek ise kurumları kapsayıcı ve dışlayıcı olarak ikiye ayırması oldu. Aslında bu noktada North’un benzeri söylemini ufak da olsa revize etmeyi başardıklarını kabul etmek gerekir. Bunun dışında kendilerinden önceki kurumsalcılardan pek farklı bir teorik yaklaşım getirmedikleri açıktır.

Kitap en çok coğrafyanın kader olduğu ön kabulüne vurgu yaparak eleştiri getirmiş. Yazarlar en kuvvetli yumruklarını kitabın ilk bölümünde atmaya karar vermişler. Önce teoriyi açıklayıp ardından kanıtlarını vermek şeklinde ilerleyen akademinin klasik üslubu yerine önce örneği verip oradan teoriye ulaşmayı tercih etmişler. Kitabın ilk cümlesinde verdikleri örnek de bütün kitabın özetini oluşturmuştur. Kitap adını daha önce hiç duymadığım Nogales adında bir kent ile başlıyor. Bu kent bir çitle ikiye ayrılmış. Kuzeyi ABD, güneyi ise Meksika sınırları dahilindeymiş. Dolayısıyla aynı coğrafyada iki farklı kurum inşa edilmiş. Aralarında oluşan ekonomik başarı farkını teorilerinin kanıtı olarak gösteriyorlar. Bu açıdan bakınca da gerçekten mantıklı görünüyor. Peki neden sadece fiziki coğrafyayı dikkate almalıyız? Siyasi coğrafyayı oluşturan sınırlar da coğrafyaya dahil değil midir? Coğrafyanın kader olduğunu iddia edenler belki de sınırın 200 metre ötesindeki ülkede doğmuş olsalardı daha refah içinde yaşayabileceklerini ifade etmek istiyorlardır. Nedense coğrafyayı dar anlamıyla değerlendirmeyi tercih etmişler. Coğrafyanın önemli bir faktör olduğunu dile getiren Jared Diamond’un “Guns, Germs and Steel” isimli bestseller kitabından sayfa 55’te bahis açılıyor. Konuya girerken Diamond’un çevrebilimci ve evrim biyoloğu olduğunu vurgulayarak başlıyorlar. Halbuki Max Weber’i veya Karl Marx’ı tanımlarken mesleklerini söyleme gereği duymamışlardı. Sanırım eleştirecekleri kişinin iktisatçı veya sosyal bilimci olmadığını vurgulayıp daha kolay dövebilmek için ifade etme gereği duymuşlar. Diamond’un iddiasının Nogales kentini veya Kuzey-Güney Kore ikilemini açıklayamadığını söylüyorlar. Yazarlar bu konuda haklı olabilir fakat Diamond’un kitabının hatırladığım kadarıyla böyle modern dünyanın çelişkilerini açıklama hedefi yoktu ki. O bu işin nasıl başladığını yani kökenlerini merak etti. Diamond’un anlatımına göre binlerce yıl önce Yeni Gine’de yaşan insanlar beslenebilmek için ağaç kabukları arasındaki özü günlerce uğraşarak kullanmak zorunda iken, Bereketli Hilal bölgesinde buğday ve arpa bulunmaktaydı. Bu iki farklı bölgeden çıkan avcı-toplayıcı toplumlar arasındaki refah farkında gerçekten coğrafyanın etkisinin olmadığı söylenebilir mi? Peki Diamond’un örnek verdiği tarihöncesi toplumların gelişmişlik farklarını incelerken kapsayıcı kurum aramak için patent kanunlarına mı bakacağız! Aslında modern dünyada bile coğrafi şartların zenginlik üzerinde hiç etkisinin olmadığını söyleyemeyiz. Örneğin petrol bölgesinde yaşamak tabi ki bir bölgenin zenginleşmesini garantilemez. Günümüzün Venezüela örneğinden biliyoruz. Fakat Moğolistan’a göre avantajlı değil midir? Aslında kitabın yazarları Diamond’u da destekler nitelikte hakkını verip modern dünyada siyasal kurumlar coğrafi şartları yenmeye başladı deseydi kabul edilebilir bir sonuca ulaşmış olurdu. Fakat bu sefer de Diamond’u çürüttüğünü iddia edemeyeceği için kitap çok satamayacaktı. Tahta oturmak için kralı indirmek gerekliydi! Popüler olmak uğruna kendi tezlerini destekleyen örnekleri öne çıkarıp diğer her şeyi yanlışlama yoluna gitmişler. Ekonomik gelişmişlikte din, kültür ve ahlak gibi belirleyicileri de toptan reddetmişler. Bu başlıkta Weber’in meşhur tezine yüklenilmiş. Peki inanç ve kültürün hiç mi etkisi yoktur? Faiz’in yasaklandığı Ortaçağ Katolikliğinde bu inancın hiç mi ekonomiye etkisi olmamıştır? Ardından Cehalet hipotezi adıyla yeni bir başlık açılmış. İktisatçı ve siyaset adamlarının piyasa başarısızlıklarıyla nasıl baş edilebileceğini bilememelerinin yarattığı iktisadi başarısızlığın abartılmış olduğunu ifade etmişler. Peki 1923 yılında ortaya çıkan Alman Hiperenflasyonunu rasyonel iktisatçılar, siyasetçiler mi ortaya çıkardı? ABD gibi büyük bir ülkede bile 1929 Buhranının kimine göre 3 yıl kimilerine göre 7 yıl gibi uzun sürmesinin nedeninin daralan para arzına müdahale edilmemesi olduğunu 40 sene sonra öğrendik. Bu iki örnekteki başarısızlık karar alıcı aktörlerin cehaletinden kaynaklanmadı mı? Tabi ki ne kültür ne cehalet ne coğrafya ne de kurumlar tek başına dünyanın her yerinde ve her zaman diliminde geçerli olabilecek bir zenginliğin veya başarısızlığın formülünü bizlere veremez. Tarihin akışı içinde hepsinin az ya da çok etkisi olmuştur. İlginç bir şekilde ciddi akademik çevrelerde pek itibarı kalmayan Marksist-Leninist emperyalizm iddiasına değinmemeyi tercih etmişler. Daha doğrusu 5. bölümde Sovyet Rusya konusunu açmışlar. Konuyu Sovyet rejiminin dışlayıcı kurumlarına bağlıyor ve politik tercihin başarısızlık sonucunu doğurduğunu ifade ediyorlar. Yazarlar bu çerçevede haklı da olabilir. Sonuç olarak İkinci Cihan Harbi’nin bile yıkamadığı Sovyet rejimini ekonomik başarısızlık yıktı. Bu sonuca bakınca Sovyet kurumlarını dışlayıcı olarak tanımlayıp boş kaleye gol atmak kolay görünüyor. Peki ya kendi temel iddialarını Sovyet rejiminin temel argümanı olan emperyalizm düşüncesiyle neden imtihan etmiyorlar? Halbuki Marksist-Leninist emperyalizm iddiası devlet kurabilecek kadar güç kazanabilmiş bir fikirdi. Max Weber’in veya Jared Diamond’un böyle bir fırsatı veya gücü hiç olmadı! Peki bağımlılık teorisi veya Wallerstein’ın merkez-çevre tezi nerede? Peki bu kitabın yazarları aynı iktisat tarihine aynı soruyu soran bu teorilerle neden kendi fikirlerini test etmez? Kitabın ruhunu anladığımız kadarıyla bu konulara değinseydi de yanlışlamaya çalışacakları açıktır. Fakat artık 1970’li yıllarda yaşamıyoruz. Bu alanda zaten kuvvetli eleştiriler yapıldı. Marksist-Leninist temelli görüşlere hücum etmek artık herhangi bir popülerlik de getirmeyecekti. Belki de bu yüzden değinmemişlerdir.

Kitap genel okuyucu kitlesini hedeflediği için bolca tarihsel örneklere yer veriyor. Farklı yüzyıllardan farklı toplumlardan bir sürü örnekler sıralanıyor. Yazarlar oradan oraya atlıyorlar. Kitap bu örnek bolluğu içinde çorbaya dönüyor. Çoğu zaman da tekrara düşüyor. Bu yüzden kitap akıcı bir üslupla yazılmasına rağmen okuyucuyu yoruyor. Kitap iyi bir editörün eline teslim edilseydi belki de daha rafine hale getirilebilirdi. Fakat bundan daha sıkıntılı olan şey ise verilen hiçbir tarihsel örneğin derinlemesine incelenmemesidir. Tarihsel bir örnek verilirken Wikipedia seviyesindeki bilgiler kronolojik olarak sıralanıyor (Bu eleştiri başkaları tarafından da yapıldı). Ardından ilgili örnek kendi iddialarını desteliyor. Bu yöntemde üç temel problem var. Birincisi araştırmacı körlüğü meselesidir. Kötü niyetli (iyi niyetli ise özensiz) araştırmacılar teorilerini destekleyen örnekler seçme eğiliminde olurlar. Bu bazen bilinçli olur. Bazen de bilinçsizce araştırmacı körlüğü yüzünden olur. Örneğin ben bu hataya düşmemek için literatürü taramaya çok zaman ayırırım. Yazarken de birkaç gün arayla tekrar tekrar okurum. Emin olamazsam başkalarına okuturum. Yazarların bu endişeyi taşıyıp taşımadıklarını bilmiyoruz. Fakat insanlığın en temel sorununa örnek seçerken binlerce yıllık insanlık tarihinden sadece kendi iddialarını desteleyenleri seçmiş olmaları ve bunu defalarca tekrarlamaları artık araştırmacı körlüğünü de aşan bir boyutta etik bir probleme işaret etmektedir. Seçtikleri bu anlatım tarzının ikinci problemi ise tarihsel örnekleri derinlemesine incelememeleri veya örnek sıralamaktan derine inmeye fırsat bulamamalarıdır. Bu hata daha vahimdir. Bunun çokça örneği var fakat ne demek istediğimi kitaptaki Osmanlı örneği üzerinden anlatmak isterim. Kitapta Osmanlı örneği dışlayıcı kurumlara örnek vermek için yer alıyor. Örneğin sayfa 59’da şu cümleyi yazmışlar; “Ortadoğu’yu fakirleştiren de coğrafyası değildi. Bunun nedeni Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleyip güçlenmesiydi ve bugün Ortadoğu’nun fakir kalmasının nedeni de bu imparatorluğun kurumsal mirasıdır.” Şimdi bu çok büyük bir iddiadır. Sadece bu iddiayı kanıtlamak için yıllarca araştırma yapmak gerekebilir. Kendimden vazgeçtim, Osmanlı arşivlerinde ömrünü tamamlayan hocalarımız bile böylesine bir iddiada bulunmadı. Kitabın yazarları pek tabi alanın deneyimli hocalarının göremediğini görmüş olabilirler. Peki bu iddialı fikirlerinin kaynağı nedir? Yok. Hatta büyük harflerle yazıyorum: YOK. İnanılır gibi değil. Bakın! Bilimsel temelli bir tez öne sürmek savcılık iddianamesi yazmaya benzer. Bir tez öne sürüyorsanız kanıtlarını yazmak zorundasınız. Ortaya laf atıp kaçamazsınız. Kanıtı bulunmayan bu iddia ile ilgili birçok soru da akla gelmektedir. Osmanlı’nın genişlemesi, güçlenmesi ne demektir? Coğrafi genişlemeden bahsediyorsa hani coğrafyanın etkisi yoktu? Bugün Ortadoğu’nun fakir kalmasının sebebi Osmanlı kurumları ise Ortadoğu’nun Osmanlı hakimiyetinde olmayan kısmındaki fakirliğin sebebi nedir? Dünya haritası içinde adı duyulmadık Nogara kentini bile bulup cetvelle ayırıp açıklarken koskoca Ortadoğu’yu niye Osmanlı’ya ait olan ve olmayan kısmı ile açıklamıyorsunuz? Ayrıca Osmanlı homojen, stabil bir yapı değil ki. Osmanlı’nın hangi yüzyılından bahsediyorsunuz? Peki; İstanbul, İzmir ve Trabzon gibi liman kentlerinde iktisat tarihçileri tarafından ekonomik büyüme tespit edilebiliyorken aynı kurumlar Ortadoğu’da mı başarısız olmuş? Şayet bir başarısızlık varsa (bu arada Osmanlı Ortadoğu’sunun başarısız olup olmadığı da test edilmiş değildir) başka bölgede başarı görüldüğünde genelleme yapılabilir mi? 19. yüzyıl Osmanlı’sındaki Tanzimat reformları, hukuk kodifikasyonları, çıkarılan marka tescili ve patent kanunları neden kapsayıcı kurum olmasın? Bunlar ilgili cümleyi okuduğumda hızlıca aklıma gelen ilk sorulardı. Araya bir sürü farklı toplumlardan farklı yüzyıllardan tarihsel örnekler boca edildikten sonra sayfa 116 ve 117’ye gelindiğinde tekrar Osmanlı bahsini açıyorlar.  Bir önceki paragrafta II. Dünya Savaşı’ndan, Japonya’dan ve Sovyetlerden bahsettikten sonra ardındaki paragrafta Osmanlı’nın 15. yüzyılına atlıyorlar. Bir önceki konuyu tam algılayamadan okuyucunun kafasında yeni sorular açıyorlar. Tercih ettikleri bu anlatım tarzı belki de tarihsel örnekleri derinlemesine inceleyemediklerini gizleyebilmek içindir. Tekrar kitabın Osmanlı örneğine dönersek sayfa 116-117’de sayfa 59’da bahsettikleri ve yukarıda yazmış olduğum cümleyi açıklamaya karar verdiklerini görüyoruz. Ben de tamamen merakla yazdıklarına odaklanıyorum. İlk cümlede şöyle yazmışlar; “Nasıl Latin Amerika’nın siyasal ve ekonomik kurumları 500 yıl boyunca İspanyol sömürgeciliği tarafından şekillendirildiyse Ortadoğu’nunkiler de Osmanlı sömürgeciliği tarafından şekillendirildi.” Aynı iddiayı bu sefer daha ileri taşımışlar. Osmanlı kurumlarının dışlayıcı/sömürgeci olduğunu ifade etmişler. Hangi yüzyılın Osmanlısı olduğu yine belli değil tabi! Bu sefer cümlenin devamını da getirmişler. Merakla okumaya devam ettim. Sömürgeci olmasının kanıtları ne idi acaba? 1453’te II. Mehmet, Konstantinopol’ü (İstanbul’u değil!) ele geçirmiş ve başkent yapmış. Yüzyılın geri kalanında Balkanların ve Türkiye’nin geri kalanını fethetmişler. Oradan Ortadoğu’ya oradan da Afrika’ya yayılmışlar. Arada Muhteşem Süleyman gelmiş, o öldüğünde devletin coğrafyası bilmem nereden bilmem nereye kadar uzanıyormuş. İlgili paragrafın girişinde yazıkları iddialı cümleye bakın. Devamında yazdıkları Wikipedia benzeri incelemeye bakın. İNANILIR GİBİ DEĞİL. Aynı paragrafta şöyle devam etmişler: “Osmanlı Devleti mutlakiyetçiydi. Sultanlar çok az kişiye karşı sorumlu idi ve gücü kimse ile paylaşmıyorlardı.” O halde aynı paragrafta verilen örneklere bakarak şu soru sorulur: İstanbul fethedilirken dünyada demokrasi mi vardı? Avrupa’da parlamento vardı da Osmanlı’da mı yoktu? İşte kitabın en önemli problemlerinden bir diğeri de budur: Tarihsel örnekleri zamanın ruhuyla, dönemin şartlarıyla açıklayamamak. Buna benzer hataların kitapta onlarca örneği var maalesef.

Acaba Osmanlı’yı nereden öğrenmişler diye merak ettim. Bu kanaate varmalarını sağlayan kaynaklar ne idi. Bu yüzden kaynakçasını inceledim. Etiyopya, Özbekistan tarihine dair bile makale/kitap incelemişler. Koca Ortadoğu’yu sömürdüğünü iddia ettikleri Osmanlı üzerine yazılmış tek bir kaynak incelememişler. Dolayısıyla Osmanlı’nın Ortadoğu’nun geri kalmasına neden olduğu iddiasının yazarların fantezi dünyasından kaynaklandığını artık rahatlıkla söyleyebiliriz. Üstelik diğer ülke örneklerinde bile olsa ikincil kaynaklarla “Grand Theory” yapılamayacağını düşünüyorum. Bilim insanları için her zaman aslolan ana kaynağı inceleyerek yorumlamaktır. Makale/kitap gibi ikincil kaynaklardan literatür taranabilir. Fakat ana bilgiyi birincil kaynaktan alıp teorinizi öyle kurabilirsiniz. Çünkü incelediğiniz ikincil makale ve kitaplar da yanılabilir. Tarih metodolojisi bunu yapmayı gerektirir.

Tüm bu anlattıklarımı kitabın yazarlarına sorsak, amacımız Osmanlı’yı açıklamak değildi diyeceklerdir. O halde bilmediğiniz ve araştırmak da istemediğiniz konularda niye büyük laflar ediyorsunuz. Hadi yaptınız. Gelecekte Nobel iktisat ödülü alacak olan büyük fikrinize nasıl kanıt diye bunları gösteriyorsunuz? Hadi onu da gösterdiniz. Biz iktisat tarihçileri desteksiz, kanıtsız iddiaları nasıl ciddiye alalım. Neyse ki yazarların bizim ilgimize ihtiyacı yok. Google scholar’a göre bu kitap 17bin kere atıf almış. Benim nazarımda atıf sayısının kıymet belirteci vasfı kalmamıştır. Çünkü bu reyting ne kadar popüler iş olduğunu gösteriyor. Ne kadar kıymetli olduğunu değil. Bilim insanlarının amacı da popülerliğe öncelik vermek olmamalıdır.

Sonuç olarak bu kitap aşırı genelleştirici, kendi amacına hizmet etmesi için tarihi manipüle eden, taraflı örnekler seçen, karmakarışık ve birbiriyle alâkasız yüzlerce örneği okuyucunun önüne boca eden, hiçbir örneğini derinlemesine inceleyemeyen, zaten bildiğimiz kurumların önemini aşırı abartan bir çalışmaya dönmüştür. Kurumların ekonomik başarıda etkili olması fikri şüphesiz iken kitabın bu hali çalışmayı benim nazarımda kıymetsiz hale getirmiştir. Mutlaka daha iyisi yapılabilirdi fakat bu sefer de genel okuyucu kitlesini arkalarına alıp bestseller olamayacaklardı. Popüler olmak uğruna konunun manipüle edilmesinin oldukça üzücü olduğunu düşünüyorum. Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un Nobel iktisat ödülünü hak etmediklerini söylemek de biraz ağır olabilir.  Bütün bir kariyerlerini tek bir kitapla yerle yeksan etmek de haksızlık olabilir. Zaten ödül de genellikle tek bir çalışmaya verilmez. Bu kitaptan sonra içime şüphe düştü. Yazarların aynı çerçevedeki iddialı makaleleri de değerlendirmeye alınmalıdır. Fakat Coase kadar veya North kadar devrimci görüşlere sahip olmadıklarını düşünüyorum. Bu insanlar iktisat ilminin yüzlerce yıl anlayamadığı kurumların iktisadi etkisini keşfederek hiç yoktan iktisat ekolü yaratmışlardı. Yapıdaki bu tuğlayı çektiğimiz vakit Acemoğlu, Johnson ve Robinson’dan geriye sadece güzel bir matematik ve istatistik kalır.

Bu Yazıyı Paylaşın

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et