Okulların ve üniversitelerin açılma sezonuna girdiğimize göre, önümüzdeki haftalarda eğitim-öğretim sorunları daha sık konuşulacak.
Demek ki, bu meselede öteden beri yapıla gelen temel bir yanlış da tekrarlanacak: İlk ve orta dereceli eğitim-öğretim ile üniversite öğretimini aynı kategoride görmek.
Türkiye’de üniversitenin başlı başına bir araştırma ve öğretim kurumu olmak yerine, orta dereceli öğretimin devamı olarak görülmesi, çocuklarını “hayata hazırlamak” isteyen ebeveynler söz konusu olduğunda, mevcut sistem içinde mazur görülebilir. Çünkü, bu sistem eğitim-öğretimde orta dereceden sonrası için bir ayrım yapmayıp “üniversite” olarak adlandırdığı kurumların hepsini bir tür iş bulma kurumu olarak takdim ede gelmiştir. Ne var ki, “üniversite mezunu” olmanın iş bulma garantisi anlamına gelmediği artık iyice belli olduğu halde, sistem “iş”e yönelmek isteyenlerin talebine cevap verecek şekilde üniversite ile yüksek okulları ayırmamakta halâ ısrar ediyor.
Meselenin çok önemli başka bir yanı da, devletin eğitim-öğretime yüklediği işlevle ilgili. Yüksek öğretim söz konusu olduğunda, evet, mevcut sistem az-çok bilimsel araştırmaya da eleman yetiştiriyor ve insanların iyi-kötü meslek edinmelerini de sağlıyor, ama bunlar onun birer yan işlevi gibi. Evet, “yan işlev”, çünkü sistemin asıl işlevi tek tip insan yetiştirmek. Hangi bilimsel disiplinde veya hangi meslekte “yetişmiş” olursa olsun, herkesin aşağı yukarı aynı şekilde düşündüğü bir toplum tasavvuru yani.
Geçenlerde bir arkadaşım, “bu eğitim sisteminin başarısız olduğunu söyleyenler yanılıyor, gerçekte bu sistem çok başarılı” demişti. Ben de aynı kanaatteyim, mevcut sistem farklı insan yetiştirmeme konusunda gerçekten de çok başarılı. Nitekim, bu sistemden “meczuplar”, “gafiller”, “iç düşmanlar” çıkıyor, ama farklı görüşteki yurttaşlar çıkmıyor. Çünkü, sistem farklılığın kendisini meşru görmüyor.
Bu sistem “Herkes Türk olsun”, Türk-olmayan olmasın istiyor. Herkesin devleti takdis etmesini, onun her yaptığında vatandaşların idrak edemeyecekleri bir hikmet olduğuna inanmasını sağlamaya çalışıyor. “Türk devleti”ne en büyük tehdidin çoğulcu-demokrasi olduğunu söylüyor, bu arada tek-parti yönetiminin “asr-ı saadet”inden çok-partili rekabetçi siyasete geçilmesini akla gelebilecek en büyük felâketlerden biri olarak görüyor, gösteriyor.
Bundan daha büyük başarı mı olur?…
Ama dikkat ediniz, bu başarı sadece ilk ve orta eğitim sisteminin başarısı değildir. Bu, aynı zamanda yüksek öğretimin -”üniversite”nin- de başarısıdır. Çünkü, Türkiye’de yüksek öğretim de ilk ve orta öğretimle esasta aynı amaçlara hizmet edecek şekilde düzenlenmiştir. Bu amaçlar arasında “bilimsel araştırma”nın marjinal de olsa bir yeri vardır ama anayasal sınırları “rejime sadakat”le çizilmiş olan -dolayısıyla özgür olmayan- bir araştırma etkinliğinin ne ölçüde “bilimsel” olabileceğini varın siz tasavvur edin.
Doğrusunu söylemek gerekirse, temel felsefesi aynı olduktan sonra, yüksek öğretimde üniversite ile diğerleri arasında ayrım yapılıp yapılmamasının da bir önemi yoktur. Çünkü, aslında hepsi de “okul” olan bu farklı yüksek öğretim kurumlarından mezun olanları karakterize eden meslek veya disiplin farklılıkları değil, fakat aşağı yukarı aynı devletçi-ulusçu siyasi değerlerle endoktrine olmuş olmalarıdır.
Sistemin arada sırada “imalât hataları” vermesi onun mahiyetini teşhis konusunda bizi yanılgıya düşürmesin. Çünkü, bir sistem kazara ürettiği sonuçlarla değil tipik mamulâtıyla tanımlanır.
Star, 19.09.2009