Aslında hepimiz. Son zamanlarda Libya’da ve diğer Ortadoğu ülkelerinde otoriter rejimlere karşı yapılan gösterilere karşı uygulanan şiddet sonucu yüzlerce belki de binlerce kişi katledildi.
Tunus, Mısır, Bahreyn ve Yemen gibi ülkelerdeki ölü sayısı ile kıyaslanınca Libya’da yaşananın bir katliam olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Vicdani bir bakış, ölen bir canı bile önemsemeli. Evet, bütün bu ölümlerden hepimiz bir nebze de olsa sorumluyuz. Otoriter rejimlerle dolaylı dolaysız, açık ya da gizli bir şekilde ilişki kurup onların güçlerini konsolide etmelerine, varlık ve meşruiyetlerinin devamına katkıda bulunan herkes sorumludur. En başta sorumlu olanlar tabii ki bu rejimlere ve liderlere değişik şekillerde yardım eden, özellikle de silah satanlardır. Bu silah firmalarının çoğunluğunun Batılı demokratik ülkelerden olduğunu ve hükümetlerinin de desteğiyle bunu yaptıklarını biliyoruz. İngiltere 2007 yılında, İşçi Partisi hükümeti iktidarında, Libya ile 5 milyon sterlinlik bir silah satış anlaşması yapmıştı. ABD 2009’da eski düşmanı Libya ile silah satışı için anlaşmaya hazır olduğunu açıklamıştı. Batılı demokratik ülkelerin otoriter rejimlerin silah sağlayıcısı olmaları, onların en ağır vebali. Lakin veballeri bununla bitmiyor. Bu despotik rejimlere meşruiyet sağlamaları da aynı derecede bir vebal. Otoriter rejimleri siyaseten desteklediler. Bunu da hep istikrar adına ya da demokrasiye geçilirse radikal İslamcıların iktidara geleceği öcüsü ile açıkladılar. Şimdi bu söylemi yer yer eleştirenler çıkmaya başladı. İngiltere Başbakanı David Cameron, geçen günlerde yaptığı Kuveyt ziyaretinde şimdiye kadar izlenen radikal İslam’a karşı baskıcı rejimlere destek politikasının yanlış olduğunu söyledi. Daha da ileri giderek “Arap ve Müslüman toplumlarda demokrasi işlemez” demenin ırkçılık olduğunu ifade etti. Cameron, yüzde yüz haklıdır. Böyle bir düşünce yüzde yüz ırkçılıktır, ama ne yazık ki halen Batı’da ve Doğu’da çoğu insanın zımni yahut aşikâr benimsediği bir ırkçılıktır.
Bundan 8 sene önce benzeri tespitleri zamanın ABD başkanı Bush ve İngiltere başbakanı Tony Blair de yapmışlardı. Sabık Başkan 2003 Kasım’ında ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan beri Ortadoğu ve Müslüman ülkelerde istikrar adına otoriter rejimleri desteklemesinin yanlış olduğunu, Müslüman ülkelerde de demokrasinin uygulanabileceğini deklare etmişti. Hatta 2004 Haziran’ında G-8 ülkeleri zirvesinden de benzer yönde bir deklarasyon çıkartmıştı. Akabinde “Büyük/Geniş Ortadoğu İnisiyatifi” geliştirilmişti. Bu inisiyatif ya da proje çok tartışıldı, ama tespitleri ve deklare edilen amaçları (otoriter rejimlerin istikrar, huzur, refah ve özgürlük getirmedikleri dolayısıyla demokrasiye geçişin teşvik edilmesi, bunun için de liderlerden ziyade sivil toplum kuruluşları ve kitlelerle samimi diyalog kurulması gerektiği) oldukça makuldü. Ben de o zaman bu projenin arkasında durulması gerektiğini yazmış ve “Pakistan’ın Müşerref’ine ya da Mısır’ın Mübarek’ine meşruiyet sağlamanın bir anlamı yok.” demiştim. Lakin ABD ve müttefikleri deklare ettikleri ilkelerin arkasında durmadılar. Günlük çıkar hesapları ile başta Mübarek olmak üzere otoriter rejimleri desteklemeye devam ettiler. Tony Blair, Mübarek’ten “muazzam cesur bir adam” diye övgüyle bahsediyordu. Şimdi durum değişir mi? Mesela İngiltere artık açıkça demokrasiden yana tavır koyar ve kitleleri destekler mi? Çok umutlu değilim. Çünkü BBC’nin haberine göre, yolda Kahire’ye de uğrayıp akabinde Kuveyt’te noktaladığı Körfez ziyaretinde İngiliz Başbakanı’na eşlik eden 20 işadamından 8 tanesi silah sanayiindendi. Daha geçtiğimiz yaz Cameron hükümeti Libya’ya patlayıcı ve göz yaşartıcı bomba satışını içeren lisans vermişti. Diğer ülkelerden gelen beyanlar da umutlandırıcı değil. Libya’da insanlar ölürken İtalyan Başbakanı Berlusconi radikal İslam tehlikesinden bahsediyor hâlâ. Otoriter rejimlerin baskı ve katliamlarını önlemek için onları hiçbir şekilde meşrulaştırmamalı ve hele hele “Müslüman toplumlarda demokrasi işlemez.” gibi ırkçı söylemlerden uzak durmalıyız.
Katliamlardan hepimizin bir nebze sorumlu olduğumuzu söylemiştim. Bu sorumlulardan birisi de benim de içinde bulunduğum uluslararası ilişkiler camiası. Uluslararası ilişkileri insandan soyutlanmış egemen ulus-devletler arası münasebetlere indirgeyen ve bu egemenlik anlayışının gereği iç işlerine müdahale etmeme prensibini temel alan uluslararası ilişkiler pratiği ve öğretisi de bundan bir ölçüde sorumludur. Bu konu etraflıca tartışılması gereken bir konu ve bunu daha sonra yapmayı umuyorum. Burada otoriter rejimlere üniversitelerin bilerek ya da bilmeyerek dolaylı dolaysız bir tür meşruiyet sağlamasına imkân vermesine örnek teşkil edebilecek somut bir vakadan bahsedeceğim. Libya ile London School of Economics (LSE) ilişkisinden. Son zamanlardaki olaylar üzerine Kaddafi’nin oğullarından Seyfülislam ile de tanışmış olduk. Kendisi televizyonda “Libya’yı İtalyanlara ve Türklere bırakmayacağız.” derken halkı da “iç savaş” ve akacak “kan ırmakları” ile tehdit etmişti. Seyfülislam, tahsilli birisi. İngiltere’nin sosyal bilimlerde en prestijli okullarından olan LSE’de master ve doktora yapmış. 2008 yılında LSE’nin doktora derecesi verdiği tezin başlığı: Global Yönetişim Kurumlarının Demokratikleşmesinde Sivil Toplumun Rolü: ‘Yumuşak Güç’ten Kolektif Karar Almaya? Tezin danışmanlarından ve jüri üyelerinden birisi meşhur siyaset bilimci David Held. Seyfülislam’ın LSE’ye intisap etmesinde yakınlarda vefat eden meşhur Profesör Fred Halliday’in de tavassutu olduğu yönünde haberler, her ne kadar ailesi tarafından yalanlansa da, İngiliz medyasında çıktı.
Şimdi bunda ne var diyebiliriz? Adam gelmiş, çalışmış çabalamış ve doktora almış. Buraya kadar hiçbir şey yok. Fakat rahatsızlık veren iki husus var: Birincisi LSE’nin Kaddafi Uluslararası Hayır ve Kalkınma Vakfı tarafından yapılan 1,5 milyon sterlinlik bir hibeyi kabul etmesi. Söz konusu para David Held’in eşbaşkan olduğu Global Yönetişim Merkezi’nin çalışmalarında kullanılmak üzere ve 5 sene boyunca 300 bin sterlinlik dilimler halinde verilecekti. Son olaylar üzerine LSE yönetimi sadece ilk dilim olan 300 bin sterlinin geldiğini ve harcandığını, geri kalan dilimlerin alınmayacağını ve Libya ile bağların gözden geçirileceğini duyurdu. David Held de yaptığı açıklamada, kendisinin tanıdığı Seyfülislam’ın televizyonda dinlediği gibi birisi olmadığını ve tehditkâr konuşmanın Seyfülislam’ın “içinde bulunduğu krizden aşırı etkilenmesiyle” izah edilebileceğini söyledi.
Rahatsız edici ikinci husus ise Seyfülislam’ın tezinin akademik niteliğine ilişkin. Bunu derken tezin içeriğine ilişkin bir yargıda bulunmuyorum. Meslektaşlarımın oluşturduğu bir jürinin akademik değerlendirmesi hakkında benim bir yargıda bulunmam akademik etikle bağdaşmaz. Lakin tezle ilgili intihal iddiaları var. Hatta bir iddiaya göre de tezi yazan aslında başkası. Şu ana kadar 14 yerde intihal yapıldığı gözüküyor. Bu tezin tamamının intihal olduğunu göstermez elbette, fakat bir tane intihal olsa bile burada ahlaki bir sorun var demektir.
Özetle otoriter rejim sahiplerine karşı herkesin bu konularda daha dikkat etmesi gerekiyor. Ben LSE Öğrenci Birliği’nin önerisine katılıyorum: LSE aldığı 300 bin sterlini Seyfülislam gibi şanslı olmayan yoksul Libya öğrencilerine burs vererek parayı Libya halkına iade etmeli.
26.02.2011, Zaman