KKTC’de bazı grupların uygulanmak istenen ekonomik pakete yönelik düzenledikleri protesto mitinginde Türkiye aleyhtarı ve hakaretamiz ifadeler içeren pankartlar taşıması üzerine Başbakan Erdoğan’ın tepkisi ile Kıbrıs konusunu tekrar tartışmaya başladık. İyi ki de öyle oldu.
Çünkü bu vesile ile Kıbrıs’a ilişkin bir sürü yanlışı ve hatalı politikayı da gündeme getirme imkânı doğdu. Mesela artık şunu herkes öğrenmiş oldu. Şu anda KKTC tam bir rantiye “devlet”i haline gelmiştir ve bahse konu protestolar da mevcut durumun devamını isteyenler tarafından yapılmaktadır ve sayıları da öyle söylendiği gibi marjinal değildir. Ciddi bir üretim yapmadan ve fazla çalışmadan hayli yüksek gelir sahibi olanlar bunun kısılmak istenmesi karşısında fena halde rahatsız olmuşlar ve son on yılın en büyük ikinci mitingi yapılmıştır. Bu arada belki gerçekten de marjinal olan gruplar da adı geçen pankartları açmışlar. Diğer yandan şunu da öğrenmiş olduk ki KKTC’yi “egemen” bir ülke olarak Türkiye haricinde tanıyan başka bir devlet olmadığı gibi, aslında Türkiye de tam anlamıyla tanımıyormuş, çünkü böylesi bir tanımanın icaplarını (mesela büyükelçi tayin ederken önceden agreman almak gibi) yapmıyormuş. Üçüncü olarak şunu da biliyoruz ki Kıbrıs’ta mevcut çözümsüzlük durumu (bu çözüm ister bir şekilde birleşik Kıbrıs yoluyla, ister taksimle bulunsun fark etmez) devam ettiği sürece yukarıdaki iki keyfiyet de sürecektir. Yani ne KKTC Türkiye’ye bağlı bir rantiye devleti olmaktan çıkacaktır ne de Türkiye KKTC’yi egemen bir devlet olarak tanımanın gereklerini tam olarak yerine getirecektir.
KIBRIS POLİTİKASINDAKİ YANLIŞLIK
Kıbrıs meselesinin tarihi eski. Bir anlamda 20. yüzyılın başında lağvedilen Osmanlı İmparatorluğu’nun 21. yüzyılın başında hâlâ bitmemiş son tasfiye davası. Bu eski ve uzun davanın tarihi ve bu süreçte Türkiye’nin siyaseti de herkesin malumu. Dahası bu mevzuda başta benim meslektaşlarım olmak üzere bir sürü araştırmacı ve yazarın ortaya koyduğu hayli yüklü bir külliyat da var. Burada Türkiye’nin Kıbrıs siyasetindeki temel bir hataya işaret etmek istiyorum. Bu hatayı Başbakan’ın bahse konu protestolara yönelik tepkisinde, Türkiye’nin Ada’dan çıkmasını isteyen pankartlara karşı “Şehidim var gazim var, stratejik olarak ilgiliyim. Kıbrıs’ta Yunanistan’ın ne işi varsa Türkiye’nin Kıbrıs’ta stratejik olarak o işi var.” ifadelerinde de kısmen görüyoruz. Türkiye’nin Kıbrıs siyasetini belirleyen üç parametre olmuştur. Bunlar öncelik sırasıyla şöyledir:
1) Kıbrıs’ın coğrafik konumu Türkiye için çok önemlidir. Türkiye’nin Kıbrıs’la “stratejik” olarak ilgilenmesi ile kastedilen budur. Kıbrıs Anadolu’nun savunması için elzemdir. Kıbrıs “sabit bir üs veya uçak gemisi” gibidir. Hele hele Ege ve Akdeniz’deki Türkiye’ye yakın diğer adaların neredeyse tamamının Yunanistan’a ait olması Kıbrıs’ın değerini daha da artırmıştır. Son yıllarda bu argümanı destekleyen yeni bir unsur eklenmiştir. Kıbrıs çevresinde deniz altında zengin gaz kaynakları vardır.
2) Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni oluşturan 1960 tarihli Londra ve Zürih antlaşmaları ile ihdas edilen garantör ülkelerden biridir. Diğerleri bilindiği gibi Yunanistan ve İngiltere. Burada bu garantörlüğün kapsamı ve Türkiye’nin 1974 müdahalesinin bu kapsamda nitelenip nitelenemeyeceği tartışmalarına girmeye gerek yok. Önemli olan Garanti Antlaşması ile Türkiye ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında bir tür hukuki bağ oluşmuş olması. Yani Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik bir hukuki yetkisi vardır.
3) Kıbrıs’ta Türkler vardır ve bunlar bizim soydaşlarımızdır. Soydaşlarımızın hak ve hukuku, refahı ve esenliği bizi ilgilendirir. Özetleyecek olursam, Türkiye Kıbrıs’a yönelik ilgisini birinci olarak coğrafik ve stratejik, ikincisi hukuki ve üçüncü olarak insani gerekçelere dayandırmaktadır.
Bence Türkiye’nin Kıbrıs siyasetindeki temel yanlışlık bu sıralamadadır. Türkiye’nin Kıbrıs siyasetini bu sıralamayı tersine çevirerek oluşturması gerekir. İnsani faktörler, yani Kıbrıs’taki Türklerin can ve mal güvenliği ve temel insan hakları (bu arada Kıbrıs’ta başta Rumlar olmak üzere diğer topluluklara mensup olan insanların can ve mal güvenliğini de vurgulayarak) birinci belirleyici unsur olmalı, ikinci olarak hukuki yetkiler gündeme getirilmeli ve coğrafik ve stratejik faktörlere en son yer verilmelidir. Burada bir anımı zikretmeliyim. 1990 yılında İngiltere’de doktora yaparken aynı evde kaldığımız İngiliz arkadaşımla bir akşam televizyon haberlerinde geçen ve 1974’ten beri 16 yıldır haber alınamayan oğullarını arayan bazı Rum kadınlarının Londra’daki gösterisi üzerine konuşmuştuk. Benden izahat isteyince yukarıdaki sıralamadakine benzer bir anlatımla Türkiye’nin Kıbrıs politikasını ifade ettiğimde aynen şöyle demişti: “Nuri, zavallı kadıncağız 16 yıldır oğlundan haber alamamış, sen ise bana strateji ve hukuktan bahsediyorsun.” Uzun yıllar Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde dünya kamuoyunda işgalci ve haksız görülmesinin sebeplerinden birisi budur. Türkiye hukuki haklar ve coğrafyadan bahsederken Rumlar kayıp oğullarından haber bekleyen anaların fotoğraflarını göstermişlerdir. Türkiye’nin işgalci ve haksız bulunmasının diğer nedeni ise 2003-2004 yıllarına kadar Türkiye ve KKTC’nin izlediği “çözümsüzlük en iyi çözümdür” politikası sonucunda yerleşen “çözüm istemeyen taraf” algısıdır. Annan Planı çerçevesinde Türkiye çözüm yanlısı ve insani bir tutum takındığı için moral üstünlük kazanmıştır.
Türkiye’nin önce insani, sonra hukuki ve en son da stratejik unsurlara dayanan bir Kıbrıs siyaseti oluşturmasının iki türlü pratik faydası olacaktır. Birincisi dünya kamuoyundaki “işgalci, yayılmacı” algı kırılacaktır. Kıbrıs’a müdahalesini sadece ve sadece Kıbrıslı Türklerin (yani Kıbrıslıların) can ve mal güvenliği ile açıklayan ve mevcut siyasetini de Kıbrıs’taki herkesin temel haklarının sağlanması ve idamesi bazında oluşturan ve bütün bunları da yüksek sesle bıkmadan tekrarlayan bir Türkiye’nin “işgalci ve yayılmacı” olarak algılanması artık mümkün olmayacaktır. İkinci olarak daha insani bir siyaset Türkiye’ye yönelik Kıbrıs Türk toplumunun bazı kesimlerinde oluşmuş olan negatif algıyı da yok edecektir.
Yukarıda bahsettiğim Kıbrıs’ın coğrafik ve stratejik olarak Türkiye için önemi aslında veri bir durum değildir. Yani bu önem abartılıdır ve toplumu ve dünyayı belli bir ideoloji çerçevesinde değerlendirmenin sonucudur. Eğer kendinize ve dünyaya 19. ve 20. yüzyılın gayri-insani ulus-devletler sistemi ve onun ideolojisi ulusçuluk ile bakarsanız Kıbrıs’a biricik bir önem atfedebilirsiniz. “Ege ve Akdeniz’deki adaların tamamına sahip olan Yunanistan bir de Kıbrıs’a sahip olursa” diye başlayan bir argüman her şeyden önce Türkiye ve Yunanistan’ın rakip ve düşman olduklarını veri alıyor demektir. Eğer Türkiye ile Yunanistan dost olur ve bir işbirliği çerçevesi oluştururlarsa bu argümanın bir anlamı kalmayacaktır. Kıbrıs’ın Anadolu’nun savunması için elzem olduğu önermesi de bugün için doğru değildir. Öncelikle Kıbrıs, Anadolu’ya en yakın Yunan adası değildir. Dahası günümüzün ulaşım, haberleşme ve silah teknolojisi savunmada coğrafya tahkiminin önemini azaltmıştır. Hep söylendiği gibi Kıbrıs’a savaş uçakları ile en kısa zamanda ulaşabilecek olan üsler Konya’dadır. Kıbrıs’ın önemine ilişkin öne sürülen yeni argümana, yani var olduğu söylenen zengin gaz kaynaklarına ilişkin söyleyebileceğimiz refah ve kalkınmanın salt doğal kaynaklara bağlı olmadığını, başka bir sürü faktöre bağlı olduğunu ve zengin petrol kaynaklarına sahip çoğu ülkenin düşük refaha sahip olduğunu hatırlatalım.
Komşularla sıfır sorun ilkesi gibi oldukça insani bir ilkeye dayanan, geleneksel ulus-devletler sisteminin gayri insani vize uygulamalarını kaldırmakla uğraşan Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde de önce insani sonra hukuki ilkelerle hareket etmesi ve 19. yüzyıldan kalma strateji teorilerine prim vermemesi sanırım “model” Türkiye’ye daha çok yakışacaktır.
Zaman, 16.02.2011