“Siyasî rejimler güce mi yoksa rızaya mı dayanır/dayanmalıdır?” siyaset felsefesinin klasik sorularından biri. Cevap hem rızaya hem de güce dayanması gerektiği. Zor gücüne ve araçlarına en yüksek seviyede sahip devletler bile eninde sonunda rızaya dayanmak, rızaya dayandığını iddia etmek, rızaya dayanmaya çalışmak, en azından rızaya dayandığı intibaını vermek mecburiyetinde. Buna karşılık, rızayı öne alsa bile, her sistem, kendisine yönelik kayıt ve kural dışı saldırılarla baş edebilmek için kullanabileceği bir güce sahip olmak zorunda. Kuşkusuz, bu bakış değerlerden azade. Oysa bizi asıl ilgilendiren insan haklarına bağlı, saygılı ve siyasal hakları tanıyan rejimlerin durumu.
Siyasal rejimlerin meşruiyet kaynağı birden fazladır. Zamana ve şartlara bağlı olarak bir rejim bunlardan birine veya aynı anda birkaçına sahip olabilir. Geleneksel monarşide meşruiyet hanedandan kaynaklanır. Anayasal monarşiye doğru bir gelişme gerçekleştiğinde buna demokratik meşruiyet, yani yarışmacı seçimlerden zaferle çıkan partinin iktidarda olması ve devletin sevk ve idaresini gerçekleştirmesi de eklenir. Şüphe yok ki zamanımızda en önemli meşruiyet kaynağı, siyasal rejimin insan haklarına saygılı olmasıdır. İnsan hakları ile demokrasiyi zorunlu olarak ilişkilendirme -hatta özdeşleştirme- eğilimlerine rağmen, demokrasi insan haklarının yeterli şartı değildir.
Suriye yıllardır bir iç savaşın pençesinde kıvranıyor. Suriye halkı Suriye devletinin vahşî acımasızlığının kurbanı oluyor. Ülke korkunç bir iç savaş yaşıyor. Bunun asıl ve ana sorumlusu Esed rejimi. Bizde bazılarının sandığı ve inanmak istediği gibi Suriye’deki durum ne Türkiye’nin eseri ne de Türkiye’nin tek başına çözebileceği bir problem. Kesin olan şey ise Suriye ile en uzun kara sınırına sahip ülke konumundaki Türkiye’nin her hâlükârda Suriye’de olup bitecek şeylerden derinlemesine etkilenmesi.
Suriye rejimi iç savaştan siyasal hakları tanımayan ve meşruiyetini kendi varlığından ve kaba güçten alan istikrarlı bir diktatörlük statüsündeydi. Rejimin var olması ve bir tarihe sahip olması bir dereceye kadar meşruiyet kaynağıydı. Bu sürdürülemez bir meşruiyetti ve eninde sonunda rejimin kendini yenilemesi gerekecekti. Sonra Arap Baharı ve diğer gelişmeler Suriye’yi de etkiledi. Uzun süre mezhepçi diktatörlük tarafından siyasal süreçlerden dışlanan ve baskı altında tutulan geniş halk kitleleri siyasal haklarını talep etmeye başladı. Rejim buna yumuşak bir lisanla, diyalog kanallarını açarak ve icabında bir demokrasiye geçiş takvimi sunarak cevap vereceğine silahsız kitlelere ateş açtırdı. Korkuyu üstünden atan halk da aynı şekilde mukabele edince iç savaş çıktı. Böylece Suriye istikrarlı ve kısmen meşru bir otoriter rejim olmaktan çıkıp istikrarsız, tamamen gayri meşru bir otoriter rejime dönüştü. İsrail, Rusya, İran, ABD gibi ülkelerin müdahil olması problemin niteliğini ve boyutlarını değiştirdi ve ülke bir vekâlet savaşları arenasına çevrildi.
Suriye rejimi milyonlarca insanın can korkusuyla, varını yoğunu terk ederek, apar topar ülkeden kaçmasına sebep oldu. Türkiye kuzeydeki ana komşu olarak bu mağdur insanlara kapılarını açık tuttu. Böylece belki de tarihte eşi benzeri az görülmüş çapta bir sığınmacı akınına uğradı. Büyük fedakârlıklar yaparak bu insanları topraklarına aldı. Önce kamplarda, sonra tüm şehirlere dağılmış biçimde misafir etmeye çalıştı. Çalışıyor. Bu kolay olmadı. Bir taraftan muazzam bir malî yük doğdu diğer taraftan zaten var olan ve Suriyeli insanların gelmesiyle güçlenen –daha doğrusu azan- sığınmacı aleyhtarı -hatta düşmanı- siyasetçilerin ve toplumsal grupların baskılarına göğüs germek gerekti. Şimdi sığınmacı sayısında dramatik artışlar bekleniyor. Sebep, İdlib’de rejimin Rusya ve İran’la birlikte yürüttüğü bölgeye orayı insanlardan arındırarak hâkim olma çabası.
Türkiye ne yapacak? Zaten dört milyon Suriyeli sığınmacıya kucak açmış durumda. Dört milyon kişiye ulaşabileceği söylenen yeni bir sığınmacı akınında da aynı şeyi yapması fiziksel olarak çok zor. Ayrıca, Türkiye toplumunun geniş kesimlerinde egemen hissiyat ve düşünceye bakıldığında iktidarın sığınmacılara açık kapı politikasını sürdürmesini istemek ve beklemek de hayalci ve haksız. Bu yüzden, Türkiye bir taraftan İdlib’de silahların susmasını, Astana’da ve Soçi’de ulaşılan mutabakatın ayakta kalmasını sağlamaya çabalamakta diğer taraftan da müstakbel yeni sığınmacıları bu sefer Suriye topraklarında misafir etmek için alt yapı ve inşa çalışmaları yürütmekte.
Açık olan bir şey varsa, bu, Suriye savaşının yarattığı sığınmacı akınlarından en fazla Türkiye’nin etkilendiği. Türkiye hem bu insanlar için milyarlarca dolar harcama yapıyor hem de adı konulmamış başka harcamaları –meselâ güvenlik ve savunma hizmetleri için yapılanları- gerçekleştiriyor. Bu durumda ne olacak? Savaş bittiğinde galibiyetini ilân etme yolunda ilerleyen Suriye rejimi hiçbir şey olmamış, Türkiye’nin sırtına bu kadar yük bindirmemiş gibi kendi yoluna mı gidecek? Bence bu olmamalı. Bunun olması hem Türkiye’ye haksızlık olur hem de başka diktatörlüklerin halklarını katletmesine, sürmesine, sığınmacı durumuna düşürmesine cesaret verir ve emsal teşkil eder. Bundan dolayı, bence, Türkiye Suriye’nin sebep olduğu bütün harcamaları için Suriye’den tazminat talep etmeli. Hesaplamasını uzmanlar yapacaktır ama böyle bir tazminatın 100-150 milyar dolardan aşağı olacağını sanmam. Türkiye bunu önce kendi içine sindirmeli, daha sonra uluslararası platformlara taşımalı ve peşini asla bırakmamalı…