Hükümet çok azim bir değişime niyetlendi… Bu uğurda 550 milletvekilliğinin tamamını kaybetmeyi göze almış bir kararlılık içinde… Tabii bu tür kararlılıklar, karşılarında genellikle aynı türden karşı-kararlılıkları bulurlar.
Bu türden büyük değişimler genellikle aynı büyüklükte direnişlerle karşılaşır; bu değişim süreçlerinin kaçınılmaz doğası haline gelmiş gibidir… Tarih bize şunu gösteriyor: Hiçbir değişim kolayca gerçekleşmemiştir; hele büyük değişimler hiç kolay değildir. 80 yıllık süreçte kangren haline gelmiş bir büyük konudaki değişim elbette büyük bir direniş ile karşılaşacak. Bu direniş, değişimi önleme yolunda her yolu, hem legal hem illegal yolları sonuna kadar kullanacak; bu, daha şimdiden anlaşılıyor… Görülen o ki, değişim süreci üç noktada direnişle karşılaşacak, üç önemli takoz yolu tıkamaya çalışacak: Türk tarafının derin devleti, yani ETÖ benzeri oluşumlar… Kürt tarafının derin devleti, yani KCK gibi yapılanmalar… Bir de yüksek yargının önemli kısmına egemen olan tutucu yargı mensupları…
Bir süreç şeklinde gerçekleşecek olan bu açılım sürecinde hükümetin çok dikkatli olması gerekiyor. Büyük provokasyonların yanı sıra büyük davalar da açılabilir. Hatta yeni bir kapatma davası bile gündeme gelebilir. Gerçi büyük provokasyonları tertipleyecek güçler (ETÖ ve KCK gibi odaklar) büyük oranda kontrol altına alındı ama yüksek yargının kompozisyonunda, demokratik açılıma onay verecek bir değişim henüz gerçekleşmedi… Yüksek yargıyı oluşturan yargı mensupları büyük bir oranda tutucu görüşlere sahip… Öyle anlaşılıyor ki, değişime yönelik direnişin merkez üssü, eski deyimle üssü’l-esası, yüksek yargının tutucu kanadı ve münhasıran da (YARSAV’ın etki alanındaki) yüksek yargı olacak gibi görünüyor…
NİÇİN İŞİNİ YAPIYORSUN CEZASI!
Cumhurbaşkanı ve Avşar’a yönelik yargısal teşebbüslerden sonra Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı, İçişleri Bakanı hakkında soruşturma başlattı. Demokratik açılım konusundaki ilk toplantı soruşturma konusu yapıldı. İnanılır gibi değil ama bu ülkede bu da oldu… Soruşturma konusu yapılan toplantı tamamen akademik nitelikte, bilimsel bir toplantıydı. Toplantıya bilim adamları, gazeteci ve yazarlar katılmıştı. Katılımcılar sadece görüşlerini açıkladılar. Yani çok basit bir şekilde “ifade özgürlüğü” haklarını kullandılar. Tıpkı Hülya Avşar gibi…
Hiçbir demokratik hukuk devletinde düşünce açıklaması soruşturmaya tabi tutulmaz. Böylesine bir soruşturma hiçbir muasır medeniyet ülkesinde görülmez. Böyle bir havadis duyulsa kimse inanmaz; şaka zannedilir… Ama ülkemizde bu tür olaylar vaka-yi âdiyeden sayılıyor. Milletin seçtiği bir bakan, yapması gereken işi yapıyor ve yargı erki “niçin işini yapıyorsun” diyerek onu cezalandırmak istiyor… İfade özgürlüğü gibi en temel bir insan hakkının soruşturmaya tabi tutulması bu çağda bu ülkeye hiç yakışmıyor.
Son soruşturma ile şu mesaj verilmeye çalışılıyor: Açılımın ilk toplantısını bile soruşturma konusu yapıyoruz; en başından en sonuna kadar direneceğiz… En önemlisi de şu: Soruşturma “anayasayı ihlal” iddiasıyla açılıyor. Yani Menderes’i idama götüren suçlamanın aynısıyla… Yassıada “sözde” mahkemesi Menderes dönemini didik didik etmiş ama ciddi bur suç unsuru bulamamıştı; bebek davası ve köpek davası gibi komedilerden sonra “anayasayı ihlal” diye bir suç icat etmişlerdi. İşin tuhafı şu ki, anayasayı toptan çiğneyip ilga eden, anayasayı kaldırıp çöpe atan cuntacılar, “anayasayı ihlal etti” diye halkın seçtiği bir başbakanı katlettiler… Bu soruşturma tıpkı Gül’e yönelik teşebbüs gibi hukuki yanıyla değil siyasi ve sembolik yanıyla önemlidir. Bunlar belli bir siyasi hedefe konuşlanmış davalardır/soruşturmalardır. Bu yargısal görünüşlü teşebbüsler, yargı ve adalet endişesi taşımayan tamamen politik çıkışlardır…
Aslında yargı cenahından zuhur eden bu gelişmelere şaşmamak lazım. Çünkü yargı dünyanın her yerinde tutucudur, değişime karşıdır. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey de değil; Fransa’daki, İran’daki, Çin’deki…yargı ne kadar tutucuysa Türkiye’deki yargı da o kadar tutucudur.
Fakat zamanı gelmiş değişimin önünde de hiçbir engel duramaz. Yargı, değişimi geciktirebilir, geçici bir süre duraklatabilir ama hiçbir zaman toptan önleyemez. Zamanı gelmiş değişimi hiçbir güç engelleyemez. Kendilerini hâlâ Yassıada yargıcı zannedenler köprünün altından akan suların farkında değiller. Hem dünya hem Türkiye yeniden kuruluyor. Bu yeniden kuruluşu göremeyen, değişimi okuyamayanlar, alıştıkları düzenin/statükonun değişmesini istemiyorlar… Ama artık şu kadarını görmeleri gerekiyor: Yassıada’da milletin vekillerini, başbakanını ve hatta cumhurbaşkanını azarlayan, istiskal eden sözde yargıçların dönemi çoktan geçti. Çok şükür o dönem tarihin karanlık sayfalarına gömüldü; Yassıada mahkûmlarının itibarları iade edildi. Bugün Menderes’in mezarı bir evliya türbesi gibi ziyaret ediliyor. Fakat Menderes’i asanlar hâk ile yeksan oldular…
DEĞİŞİMİN ÖNÜNDE DURAMAYACAKLAR
Tutucu olarak nitelediğimiz bu kesimler aslında her fırsatta “muasır medeniyet seviyesine erişmekten” söz ederler. Fakat muasır medeniyet seviyesinin somut ifadesi olan AB’ye karşı çıkmaktan da geri durmazlar. Çünkü tüm AB ilerleme raporlarında yargının tarafsız olmadığından şikâyet ediliyor… Son ilerleme raporunda da yargıyla ilgili önemli şikâyetler dile getirildi. Raporda ısrarla ifade özgürlüğünün öneminden ve bu özgürlüğün önündeki engellerin kaldırılmasından söz ediliyor. Son ilerleme raporundaki yargıyla ilgili şu cümleler önemli: “Yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı ve yeterliliği hakkındaki endişelerin sürdüğü”… “Üst düzey yargı ve ordu mensuplarıyla bir yargıçlar ve savcılar derneği, önemli davalarda yargının tarafsızlığını tehlikeye sokabilecek açıklamalarda bulunuyorlar”…
Kuvvetler ayrılığı teorisinin çıkış noktasında yürütme ve yasamanın yargıya müdahale kaygısı yatar. Fakat Türkiye’de bu kaygının tam tersi oluyor. Yargı erki, özellikle 27 Mayıs düzenlemelerinden sonra, yasama ve yürütme erklerini abluka altına almış durumda. Yargı erki müdahale edilen değil “müdahale eden” konumunda… 27 Mayıs cuntasının akıl hocaları (anlı şanlı “hukuk” profesörleri) yürütmeyi Danıştay yoluyla, yasamayı da Anayasa Mahkemesi yoluyla zapturapt altına almak üzere tüm hukuk sistemini yeniden kurgulamışlardı… Yargıyı nötr-tarafsız konumdan çıkarıp bir “taraf” haline getiren 27 Mayıs’tır. 27 Mayıs bir “resmi ideoloji” ihdas etti ve bu ideolojiyi, hiç güvenmediği halkın temsilcilerine karşı sonuna kadar müdafaa etsin diye de yargıyı yeniden-kurdu, yeniden-konuşlandırdı…
AB sürecinin etkisiyle 27 Mayıs’ın bu kurgusu revize edilmeye çalışılıyor ama henüz esaslı değişimler gerçekleştirilemedi. Zaten ilerleme raporlarında AB’nin şikâyet ettiği temel konulardan biri de yargı reformu konusunda oluyor… Sürekli yargının bağımsız ve tarafsız olmadığından şikâyet edilip reform talebi dile getiriliyor… Çok tuhaf: İlk defa bir hükümet kangren olmuş bir sorunu çözmeye çalışıyor; ilk defa bir yargı kuruluşu bir darbe teşebbüsünü yargılamaya çalışıyor ve fakat yüksek yargı(nın bir kısmı) bu teşebbüsleri bertaraf etmek için elinden geleni yapıyor. Tutucu yargının işi doğrusu çok zor; bir taraftan yasama ve yürütmenin değişim teşebbüslerini sönümlendirmeye çalışıyor bir taraftan da kendi içinden yükselen özgürlükçü ve demokrat çıkışları bastırmaya çalışıyor… Tutucu yargı bu kadar yükün altından kalkamaz; değişim er veya geç -tutucu yargıya rağmen- gerçekleşecektir…
Zaman, 17.10.2009