Genelkurmay Başkanı, Hasdal’daki komutanlar zimmet, rüşvet ve irtikaptan yargılanıyor olsaydı yine ziyaretlerine gider miydi?
Tutuklu eşleri, kocaları “nitelikli dolandırıcılık”tan tutuklanmış olsaydı Anıtkabir’e gidip eşlerini tutuklayan mahkemeyi Ata’ya şikayet eder miydi? Hadi gittiler diyelim; kamuoyu onların bu densizliğine isyan etmez miydi?
Biliyorum, nasıl olur da tutuklu komutanların durumunu yüz kızartıcı suçlardan yargılananlarla bir tutarsın denecek.
Zaten bütün mesele de burada… Mesele, halkın seçtiği bir hükümeti düşürmek için kumpaslar kuranların, darbe tezgahlayanların yüzlerinin kızarmamasında. Eşlerinin ve çocuklarının da eziklik duymak yerine onları onurlu bir görev için risk alan kahramanlar olarak görmeye devam etmelerinde… Mesele, darbeciliğin hâlâ yüz kızartıcı bir suç olarak görülmemesinde… Bir hırsız bir kişinin malına mülküne göz dikmişken; darbecinin koca bir halkın en değerli mülküne, kendi kendini yönetme hakkına göz diktiğinin ve bunun bir halka karşı işlenebilecek en büyük suç olduğunun kavranılmamasında…
x x x
Türkiye’de herkes kendine göre suç ayrımcılığı yapıyor. Kimilerine göre “mubah suçlar” ve “mubah olmayan suçlar” var sanki. AK Parti’yi indirmek uğruna darbecilik yapmak mubah mesela. İsterse TCK’da suç olduğu yazsın…
Kimisi “bölücü teröristler”, “yurtsever teröristler” diye ikiye ayırıyor teröristleri. PKK şiddet kullandığı zaman bölücü terörist diye saldırıyor ama cuntacılar cami bombalayıp namaza durmuş insanları öldürmeyi, gazetecilere suikast düzenlemeyi planladığında buna “vatanseverlik” diyor.
Kimisi “siyasi suç”, “adi suç” ayrımı yapıyor. Böylece, siyasi suç gibi bir kavram icat etmekle kalmıyor; suçların bir kısmını “adi” olarak nitelediğine göre diğerlerini de “asil” saymış oluyor.
Suçları yüz kızartanlar-kızartmayanlar olarak tasnif edenler ise bazı fiilleri hem suç olarak tanımlamış hem de bu suçları işlemenin utanılacak bir şey olmadığını söylemiş oluyor. O zaman neden suç? Suç olup da ayıp olmayan bir fiil olabilir mi?
Biz bu farklı suç tasniflerinden çok çektik ve hâlâ da çekiyoruz. Türkiye’de “benim teröristim iyidir” yanlışı bir türlü temizlenemedi zihinlerden. Herkes siyasi ideolojik çizgisini beğendiği grupların şiddetini şiddet saymadı. Sol tandanslı kamuoyu yıllar yılı bu yüzden PKK şiddetine karşı tavır alamadı. Kürt davasını haklı gördüğü için, bu dava uğruna şiddet kullanılmasını da haklı gördü. Şimdi aynı şeyi Kemalistler yapıyor. AK Parti’yi düşürme hedefini destekledikleri için, bu hedef uğruna bütün yöntemleri mubah görüyor, şiddet kullanılmasını (yani darbecilik yapılmasını) açık açık ya da mahcup bir biçimde destekliyorlar.
Üstelik onların bir mazereti daha var: Hayatları boyunca onlara ordunun siyasetin üstündeki büyük ağabey olduğu öğretilmiş. Ordunun cumhuriyeti koruma ve kollama misyonuyla taçlandırıldığı bir düzen içinde yetişip bugünlere gelmişler. Ordunun muhtıra vermesinin de, vesayet kurmasının da, vesayet dışına çıkanlar olduğunda düdük çalıp Meclis’i tatil etmesinin de gayet doğal karşılandığı on yıllar yaşanmış. Ama bir gün işler değişmiş. Komutanlar eskiden beri yaptıklarını yapmaya kalktıklarında “bu en büyük suçtur” denmiş. İşte bu değişikliği bir türlü intikal edemiyorlar. Zamanında aynı şeyi yapanlar omuzlar üstünde taşınırken, şimdikilerin hapse tıkılmasını bir türlü anlayamıyorlar.
Genelkurmay Başkanı Koşaner’in darbe sanıklarına yaptığı ziyaretin “mesleki dayanışma jesti” olarak görülüp normal karşılanmasının ardında da; tutuklu ailelerinin Anıtkabir ziyaretinin toplumda bir şaşkınlığa ve infiale neden olmamasının ardında da, toplumun bir kesiminin bu “yeni durumu” algılamada yaşadığı zorluk yatıyor. Ve bana kalırsa bu algılama zorluğu Türkiye’nin darbeci-vesayetçi gelenekle mücadelesinin en çetin faslını oluşturuyor. Diyebiliriz ki, darbecilikle en zorlu hesaplaşma mahkeme salonlarında değil, zihinlerde yapılacak gibi görünüyor.
Bugün, 24.02.2011