Bir insana yapılacak en büyük kötülük, kendi çapını aşan görevlere getirmektir, derler ya, doğru gerçekten…
Kılıçdaroğlu için üzülüyorum bazen. Orta kademe bir CHP yöneticisi olarak bir boşluğu doldurabilirdi; uzmanı olduğu alanda, yolsuzluk dosyaları filan hazırlayarak “temiz siyaset”e önemli katkılarda da bulunabilirdi. Ama ana muhalefet partisi liderliğinin beş-on numara büyük geldiği her gün bir kere daha çıkıyor ortaya.
Hayır, hayır… Çömelme polemiğinden söz etmiyorum. O mesele karşı karşıya olduğumuz çapsızlık-vizyonsuzluk-politikasızlık-cesaretsizlik-inisiyatifsizlik-yetkisizlik tablosunun tipik bir örneği değil; olsa olsa bir karikatürü…
Asıl tipik örnek -ne akla hizmetse- yaptığı türban açıklamasından çark etmesiydi.
Bir parti genel başkanı bundan daha zor bir duruma düşemezdi herhalde. Bir gün önce gayet net bir ifadeyle “Biz iktidara gelirsek üniversitelerdeki türban yasağını kaldıracağız” diyorsunuz; bir gün sonra ise “Ben öyle demek istemedim” diye yazılı açıklama yayınlıyorsunuz. İşin en kötüsü kimse bu çark edişe şaşırmıyor. Hatta bekliyor. İki açıklama arasında geçen sürede kimden zılgıt yediğiniz konusu da hiç merak edilmiyor; çünkü biliniyor…
Yani, merhametli her insanın içini sızlatacak bir pozisyon… Sadece onun için değil, önümüzdeki seçimlerde CHP’nin Kılıçdaroğlu sayesinde patlama yapacağını umanlar açısından da öyle…
X x x
Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi vesayetçi çizgiden uzaklaştırıp daha demokratik bir çizgiye çekeceği umutlarının tepe yaptığı günlerde de yazmıştım: Köklü partilerde köklü politika değişiklikleri ancak güçlü liderler tarafından yapılabilir; kendisi zaten vesayet altında olan zayıf liderler tarafından değil, diye…
Kaldı ki, CHP’nin uzun yıllardır süregelen demokrasi karşıtı çizgisinin değişmesi öyle partinin tepesindeki bir kişinin değişmesi ile olabilecek bir şey de değildir. “Sosyal demokraside bir yenilenme” yaşanacaksa eğer, bunun en temel unsurlarından biri doğru bir laiklik anlayışı; inanç ve ibadet özgürlüğünün temel bir özgürlük olarak içe sindirilmesi olmak zorunda. Zira, bugün demokrasinin en çetin konusu bu. Şu anda sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada demokrasi tartışmalarının en çetin geçtiği; modernizmin en fazla çuvalladığı; Avrupa’nın en kararlı insan hakları savunucularının “sınıfta kaldığı” sınav bu noktada veriliyor. Yıllar yılı “anti demokrasiye demokrasi tanınamaz” klişesiyle durumu idare eden “modernist” tutucular, hayatın getirip dayattığı hiçbir sorunu çözemez haldeler. Avrupa’nın göbeğinde yaşayan 5 milyon Müslüman’la ne yapacaklarını, neyi yasaklayacaklarını, neyi serbest bırakacaklarını şaşırmış bir halde birbirlerine bakıyorlar. İşte böyle bir tarihi süreçte, Türkiye’de sosyal demokrat tabanda din ve inanç özgürlüğü temelinde kıyasıya bir tartışma yaşanmadan, laiklik anlayışı köklü bir biçimde sorgulanmadan CHP türban konusunda tutum değişikliğine gidemez. Olsa olsa, “değişiyormuş” gibi görünmek için kimi şovlar düzenleyebilir. Bir bakarsınız Baykal’ın yaptığı gibi çarşaflı üyelere rozet takarak seçmen kandırmaya çalışır; bir bakarsınız Kılıçdaroğlu gibi bir gün söylediğinden ertesi gün çark etmek zorunda kalır.
Evet, yaşadığımız bütün bu olayların sonucu olarak, bugün türban gerçekten de bir simgeye dönüşmüş durumda. Herhangi bir siyasi hareketin demokrasi, özgürlükçülük, çok kültürlülük, sivil siyaset gibi temel meselelerdeki konumlanışında turnusol kağıdı görevi gören bir simge…
Eğer CHP bir gün -öyle kaset savaşları yüzünden gerçekleşen bir lider değişimi değil- tabandan yukarı doğru gelişen gerçek bir tartışma yaşayabilirse ve bu tartışma sonucu parti, kendi içindeki
totaliter çizgiyi yenip özgürlükçü bir açılım yapabilirse, böyle bir açılımın türbanlılara faydası olacak elbette.
Ama hiç kuşkunuz olmasın ki asıl faydası CHP’nin kendisine olacak. O zaman sosyal demokrasinin bu tartışma sayesinde daha olgun, daha derin ve daha çağdaş bir demokrasi kavrayışına doğru uzun ve verimli bir yolculuğa çıkışına tanık olacağız.
Bugün, 05.07.2010