Medyaya yansıyan haberlere göre, DEVAP lideri Ali Babacan mezunu olduğu ODTÜ’de konuşması engellendi. Engelleyen radikal sol grup engelleme gerekçesi olarak Ali Babacan’ın uzun süre AK Parti’de ve AK Parti iktidarlarında yer almasını ve özelleştirme dahil ‘neo-liberal’ politikaların uygulanmasında başı çekmesini gerekçe olarak gösterdi. ODTÜ’nün kendilerine ait olduğu ve Babacan’ı üniversitede istemedikleri yolunda sözler sarf etti.
Ali Babacan engellenmesine ilişkin bir açıklama yaptı. Bunu yapan “öğrencilerin fikir özgürlüğünü kullandığını” belirtti. Kendileriyle konuşmaya hazır olduğunu söyledi. Bazı yorumlarda da eylemcilerin eylemi yapması bir hak ve hatta ifade özgürlüğünün kullanılması olarak tavsif edildi. Engellemeyi eleştiren liberallerin Ali Babacan kadar bile anlayışlı davranmadığı ve eylemcilerin ifade özgürlüğüne saygı göstermediği ileri sürüldü.
Anlaşıldığı kadarıyla ortada bir ifade özgürlüğü ihlâli veya ifade özgürlüğüne saygı gösterilmemesi durumu var. Ancak, kimin ifade özgürlüğünün engellendiği hakkında kafalar karışık. Hemen cevap vereyim, ifade özgürlüğü engellenen Ali Babacan ve engelleyenler de söz konusu radikal sol (veya bazı yazarların haklı olarak dediği gibi komünist) grup. Hiçbir yorum bu durumu değiştiremez ve hiçbir yorum engelleme davranışını meşrulaştıramaz.
Ali Babacan bir siyasî partinin genel başkanı. Siyasî yönetim konusunda tecrübeli ve belli siyasi iddiaları olan bir kimse. Üstelik ODTÜ mezunu ve mezuniyetini derece ile almış. Yani en az komünist gruptaki öğrenciler kadar ODTÜ’lü. Nitekim açıklamasında da ODTÜ’nün hemen her köşesinde bir hatırasının bulunduğunu belirtmiş. Dolayısıyla Babacan ODTÜ için bir utanç kaynağı değil olsa olsa bir övünç kaynağı olabilir. Komünist grubun dışlayıcılığını hiçbir şekilde hak ettiği veya komünist grubun onu dışlayıcılıkta hiçbir şekilde haklı olduğu söylenemez.
Ali Babacan’ın elbette bir fikrî çizgisi, siyasî geçmişi ve inşa etmeye çalıştığı bir yeni siyasî geleceği var. Hiç kimse onu sevmek, fikirlerini beğenmek ve yaptıklarını hoş görmek zorunda değil. Bu yüzden, onu veya konuşmasını protesto etmek bir hak. Meselâ kendisine karşı bildiri dağıtmak, slogan haykırmak, toplantıya katılmamak, toplantıya katılmak ama -toplantıyı sabote etmeyecek şekilde- zor ve çetrefil sorular sormak ve de gerekirse salonu göstere göstere terk etmek yapılabilecek meşru protesto eylemleri arasında sayılabilir. Ama “Babacan buraya gelemez ve burada konuşamaz” demek açık ve sarih bir ifade özgürlüğü ihlâlidir.
Bu gerçeği eylemcilerin ileri sürdüğü veya başka türden gerekçeler değiştirmez. Babacan’ın AK Parti’de ve hükümetlerde görev yapması, sözüm ona ‘neo-liberal politikalara’ öncülük etmiş olması veya benzeri hiçbir gerekçe Babacan’ın ifade özgürlüğünü engellemek için meşru bir gerekçe olamaz. Gerekçe olduğunu kabul etmek doğrunun ne olduğunu kesin olarak bildiğini iddia etmek ve doğrunun yegâne ölçüsü olarak kendisini alıp Babacan’ın konuşmasına izni vermemek anlamına gelir.
İfade özgürlüğüne ilişkin olarak bu hata çok sık yapılıyor. Örneğin geçenlerde kendisiyle bir tweet tartışması yaptığım bir tıp profesörü de ifade özgürlüğünün saçma sapan fikirlerin dile getirilmesine yol açtığından şikâyet ediyordu. Mefhumu muhalifinden bu tavır ‘doğru fikirlerin, saçma olmayan görüşlerin’ ifade edilebilmesinin hak olduğunu, böyle olmayanların ifade edilmesinin hak olmadığını kabul etmek anlamına geliyor. Bunu söyleyen kişi aynı zamanda kendisini hüküm verme makamına yerleştirerek kimin ifade özgürlüğüne sahip olabileceği hakkında hüküm veriyor. Oysa ifade özgürlüğünde esas olan kişilerin iyi düşünülmüş, delillerle ispatlanmış, akla, mantığa ve gerçeğe uygun görüşler dile getirme hakkına değil, neyi düşünüyorsa onu ifade etme hakkına sahip olmasıdır. İfade özgürlüğü çerçevesinde saçma sapan fikirler ve zırvalar da elbette dile getirilebilir.
Ele aldığımız olayların başka boyutları da var. Biliniyor ki her üniversitede olduğu gibi ODTÜ’de de öğrencilerin çoğu makul insanlar. Bunlar arasında Babacan’ı dinlemeyi isteyen kimseler de olabilir. Onlar bu eylemci grup tarafından Babacan’ı dinleme imkânından mahrum edilmiş oluyorlar. Diğer taraftan “ODTÜ bizimdir” naraları da hoş ve boş bir espri olmanın ötesine geçemez. ODTÜ bir kamu üniversitesi. Vergi mükelleflerinin parasıyla finanse ediliyor. Merkezi sınavla öğrenci alıyor ve sınavlarda öğrencilerin siyasî görüşü veya ideolojik duruşu değil akademik çalışmaya hazırlık derecesi ölçülüyor. Hâliyle üniversitede değişik kökenlerden ve görüşlerden öğrenciler mevcut. ODTÜ kamuya ait. Bu yüzden hiçbir kişi veya grubun ODTÜ’yü kişisel malı gibi sahiplenmesi ve buna paralel olarak şu veya bu kişiyi veya kesimi dışlayıcı bir davranış sergilemesi kabul edilemez. ODTÜ geniş bir alanda yerleşik. Böyle bir mekânda hem de aynı anda birden çok toplantı yapılabilir ve bu toplantılarda birbirine zıt fikirler dile getirilebilir. Bizim şahsî tecrübelerimizde Batı’da gördüğümüz üniversiteler de böyledir. Tekelci sahiplenme üniversitenin gerçekten sahiplenen gruba ait olduğunun delili sayılamaz. Nitekim bu olayların vakıf üniversitelerinde değil daha ziyade devlet üniversitelerinde vuku bulması da kendi başına bu tutum hakkında çok şey söylüyor.
Engelleme davranışını kınayan ve manen mahkûm eden birçok kişinin davranışın faşist bir davranış olduğunu söylemesinde de bir tuhaflık var. Eylemi yapanlar komünist öğrenciler ama suçlanan, nasıl oluyorsa, faşizm. Elbette faşizm ve sosyalizm kardeş ve geçişken ideolojiler, totaliter sistemler yaratmada üstlerine yok. Ancak ODTÜ olayının faşizm ile ve davranışın faşistçe davranışla bir ilişkisi yok. Eylemciler sosyalist ve davranışları sosyalistçe (https://www.yenisafak.com/yazarlar/atilla-yayla/sosyalistlerin-gunahi-faizmin-boynuna-39908) . Bunda da hiç tuhaflık yok, çünkü sosyalizmin teorisi ve pratiği bu tür davranışlara cevaz veren, hatta onları teşvik eden çok sayıda teorik açıklamalarla ve pratik örneklerle dolu.
Sosyalizmin bunu yapmasının sebebi hakikate dayalı bir sistem kurmayı temel hedef olarak alması ve hakikat tekeli iddiasına sahip olması. Hakikat tekelcisi olmak demek, hakikati bilmek ve bu hakikati topluma gerekirse zorla uygulama, kabul ettirme ve takip ettirme hakkını kendinde görmek demektir (http://www.hurfikirler.com/hakikatin-kralligi-insanin-koleligi/ ) . Hakikat tekelciliği genellikle sert ideolojilerde boy gösteren bir özelliktir. Faşizm, nasyonal sosyalizm, sosyalizm ve çeşitli versiyonlarıyla dinizm bu ideolojilerin en başta gelenleridir. Bu ideolojilere mensup kimseler hakikati bilimde, bir ideolojide (sosyalizmde, bilim ve ideolojinin özdeşleştirilmesi yoluyla, aynı anda her ikisinde) veya bir dinin kutsal metinlerinde-yorumlarında keşfettiğine inanır ve onu kamuya zorla dayatmaya hakkı olduğunu, hatta bunun görevi olduğunu düşünmeye meyillidir. 20. Yüzyıl’ın önde gelen totaliter rejimleri, ilk sırada ve diğerleri için de ilham kaynağı olacak şekilde Rus sosyalizmi, İtalyan faşizmi ve Alman nasyonal sosyalizmidir. Bir nebze esnemiş olsa da İslamist İran ve Taliban’ın ilk egemenlik döneminde Afganistan da örnek olarak verilebilir. Bu ideolojilere mensup kimseler kendilerinin özel bir görevle veya misyonla yüklü olduğunu, bunun bir parçasının herkesi, icabında onları kendilerine rağmen kurtarmak için, zorlamak olduğunu düşünürler. Sanırım ODTÜ olayını gerçekleştiren grubun zihni de böyle işliyor. Onlar hemen her konuda hakikati bildiklerine kaniler. Dolayısıyla, yapmak istedikleri tartışmak değil hakikatleri telkin etmek (bir tür tebliğ) ve iktidarı ele geçirdikleri vakit de kamusal zoru kitlevî olarak kullanarak herkesi kendi çizgilerine getirmek. Kısaca, ODTÜ’de Babacan’ın konuşmasını kendince yasaklayan grup yarın bir gün iktidar olsa tüm ülkede bütün topluma aynı muameleyi yapmaktan elbette çekinmeyecektir.
Ali Babacan’ın kendisini engelleyenlere karşı gösterdiği yumuşak reaksiyonu bir siyasînin ihtiyatlılığı ile açıklayabiliriz. Ama, Babacan’a yapılan açık bir ifade özgürlüğü ihlâlidir. Ve bu vaka, ODTÜ’de türünün ne ilk örneğidir ne de, maalesef, son örneği olacağa benzemektedir.