Referandum sonuçlandı. Benim için sürpriz yok. Tahmin ettiğim gibi %60’a yakın bir oranla evet çıktı. Geçen hafta referandumun büyük özgürlük teorisyeni Lord Acton’ın tasvir ettiği iki toplum modeli (Birlik Modeli-BM/Harmoni Modeli-HM)arasındaki mücadelenin tezahür alanı olduğunu belirtmiş ve sonuç ne olursa olsun sürecin devam edeceğinin altını çizmiştim.
Buna bir anlamda Türkiye’nin demokratikleşme mecburiyeti diyebiliriz. Bu yazıda bunun neden böyle olmak zorunda olduğunu satır başlarıyla izah etmeye çalışacağım.
En başta nüfustaki artış ve toplumsal yapıdaki büyük çeşitlenme var. Türkiye artık 70 milyonu aşan nüfusuyla dünyadan tecrit edilemeyecek bir toplum. Bu nüfusu homojenleştirmek imkânsız. Bu yüzden topluma büyükçe bir kabile muamelesi yapmak anlamsız ve sonuç vermeyecek bir tavır. Toplumsal yapının ana unsurları kendilerini çok net biçimde ve kuvvetlice gösteriyor. Mesela Kürtler. Yıllarca yok sayılan, baskılara, yargısız infazlara maruz bırakılan, kültürleri bastırılan bu insanlar milyonlarca nüfusla ve tanınma ve eşitlik talepleriyle toplumsal sahnede. PKK olayı Kürt varlığının ve taleplerinin ifadesinden çok bir sapma. Kürt realitesini yaratan PKK değil, PKK’yı yaratan Kürt realitesi. O yüzden, Stalinist PKK ve faşist Türk çizgisi aynı çizgide buluşup PKK ile Kürt realitesini ne kadar özdeşleştirmek isterse istesin, sosyal yapı başka bir şey söylemekte.
Mesela dindar Müslümanlar. On yıllarca din özgürlüğünün şu veya bu parçasından mahrum edilen; ikinci sınıf tabaka olarak görülen dindar Müslümanlar, “biz buradayız, bu ülkenin asli parçasıyız, bir yere gitmiyoruz” diye bağırıyor. Sosyal hayatta, eğitimde, daha fazla görünürlük ve pay talep ediyor. Mesela Aleviler. On yıllarca yok sayılan, aşağılanan, inanç transformasyonuna uğratılmak istenen Aleviler 1990’lardan beri hızla teşkilâtlanıyor ve özgürlük ve eşitlik diye bağırıyor. Sünnî çoğunluktan duyduğu korkuyla sığındığı devletin maruz bırakıldığı katliamların asıl sorumlusu olduğu bilgisine uyanıyor. Mesela gayrimüslimler. Müslüman olmayan insanlar hep korkarak, hep sinerek yaşamak istemiyor. Kafes planlarının soğuk tesirini 6-7 Eylül 1955 olaylarını hatırlayarak ürpertiyle hissediyor. Mesela “cinsel marjinal gruplar”. Eskiden korkup saklanırken, şimdi dernekleşiyor ve hem kendi problemleri hem de toplumsal sorunlar için ses veriyor. Kısaca Türkiye artık büyük, renkli ve dinamik bir nüfusa sahip ve bu nüfusun BM’nin öngördüğü gibi homojenize edilmesi imkansız.
BM’yi akamete uğratan bir diğer faktör ekonomik yapı ve yükselen sınıflar. Türkiye neredeyse 1 trilyon dolara ulaşan bir ekonomiye sahip. Global ekonominin ihmal edilemez bir parçası. Dünyanın her tarafına mal satıyor ve her yerden mal alıyor. Müteşebbisler ve çalışanlar yer kürenin her yerini adım adım geziyor, mal ve para getirip götürmenin yanında fikir, tarz, tavır da getirip götürüyor. Son 30 yılda sermaye yapısı değişti. Zenginliğini Ankara’nın sağladığı kaynaklara ve imtiyazlara borçlu olamayan bir müteşebbis sınıfı doğdu. Bu sınıfın çoğu mensubu, dindar olsun olmasın, resmi ideolojiye muhalif. Hayat tarzından vazgeçmeye hiç niyeti yok. AKP iktidarı döneminde bazıları kamu imkan ve avantajlarından yararlanmış-yararlanıyor olsa da, sisteme ideolojik teslimiyet içinde girmeleri zayıf bir ihtimal.
HM’ne geçme çabalarını besleyen çok önemli bir faktör, akademi içi ve dışı dünyada meydana gelen entelektüel devrim. Bundan 20 yıl öncesine kadar Türkiye’de devletçi kolektivist aydınların -Kemalizm, nasyonalizm, sosyalizm, İslamcılık formatında- tartışılmaz bir hâkimiyeti vardı. Bugünse entelektüel dünyada öncülük yapanlar liberal aydınlar. Türkiye’de bir nevi bir liberal rönesans yaşanmakta. Liberal dünya görüşüne sahip üniversite hocası, öğretmen ve gazeteciler ülkenin her yerinde bulunmakta. Bu aydınlar herkes için özgürlük, insan hakları, adalet ve demokrasi taleplerini güçlü ahlâkî ve felsefî temellerde dile getirerek, önemli telif ve çeviri eserlere imza atarak ülkenin fikir ortamını dönüştürmekte. Onların çabaları başta dindar Müslümanlar olmak üzere her çevreyi -sosyalistleri, Alevileri, Kürtleri vb.- etkilemekte ve şu veya bu ölçüde liberal fikirlere yaklaştırmakta. Liberal fikirlere en dirençli kesim olan Kemalistler ve nasyonalistler dahi liberalleri görmezden gelememekte.
Ekonomik gelişme ve değişimle liberal fikriyat canlanmasının etkileri medyada da yansımakta. Liberal fikirlere daha açık muhafazakar medya, tiraj ve etki bakımından altı okçu medyayla yarışmakta. Muhafazakâr medya hem özgürlük ve demokrasi fikrini destekleme yolunda ilerlemekte hem de altı okçu medyanın yıllardır yaptığı örtme, çarpıtma, provoke etme işinin iç yüzünü somut olaylarla deşifre etmekte. Liberal yazarlar ve yorumcular da muhafazakâr medyada yer bulabilmekte ve katkılarıyla bu medyayı daha etkin ve etkili hale getirmekte. İyi bir gözlemcinin kolayca teşhis edebileceği gibi, liberal fikriyat ve muhafazakâr medya gelişmeye devam edecek. Hiçbir medya grubu liberal fikirlere kayıtsız kalamayacak. Nitekim, altı okçu medyada dahi, sembolik bir değer taşısa bile, liberal yazarlar istihdam edilmekte. Liberaller sadece radikal ulusalcı ve şövenist nasyonalist medyada hiç yer bulamamakta.
İşte bütün bunlardan dolayı referandumdan hayır çıksaydı bile Türkiye’nin tek biçimliliği kutsayan ve baskıcı merkeziyetçiliğe dayanan BM’den özgürlük, barış ve çeşitliliğe dayanan HM’ye geçme yolunda ilerlemeye mahkûmiyeti değişmeyecekti. Kimse yanılmasın, AKP bu sürecin kısmen bugünkü siyasî sahibi ve öncüsü ise kısmen de sürecin önünde sürüklenen bir aktör. Dipten gelen sosyolojik dalga kendi siyasî temsilcisini her halükarda ortaya çıkartacak kadar güçlü. O kadar ki, bugün bu değişim ve dönüşüme karşı çıkanları yarın aktörü haline getirebilir ve süreci devam ettirir.
Zaman, 17.09.2010
.