Türkiye Cumhuriyeti onyıllardır bir bürokratik tahakküm sistemi içinde yaşıyor. Bürokratik tahakküm, kendi kendine toplumu modernleştirme misyonu yükleyen bir grubun, toplumu, toplum kesimleri ne derse desin ve ne düşünürse düşünsün, kendisinin uygun gördüğü bir forma sokmak için kontrol altında tutmayı amaçlıyor. Başlıca dört ayağı var. İlki ve birçok bakımdan en önemlisi askerî bürokrasi. İkincisi yargısal sistem ve yargı bürokrasisi. Üçüncüsü eğitim ve öğretim bürokrasisi. Dördüncüsü ise medya.
Bu dört ayaklı tahakküm sistemi, yakın zamanlara kadar, arada sırada bazı sıkıntılarla karşılaşsa dahi, hayli başarılı çalıştı. Sistem şu şekilde işlemekteydi: Bürokratik iktidar sistemin ideolojik kontrolünü, her seviyede eğitim-öğretimi denetim altında tutarak sağlıyordu. Okulların ana fonksiyonu, sahip oldukları diploma sayısı ve eğitimde geçirdikleri yıllar arttıkça, insanların düşünme ve sorgulama yetilerini daha çok köreltmek ve onları sistemin temel değerlerine sorgusuz sualsiz itaat eder hale getirmekti. Yalan ve yanlışlarla dolu bir tarih öğretimi, eşi benzeri görülmemiş bir kişi kültü; hayatı işgal eden slogan sözler; etnik yüceltme; düşman denizinde yüzmekte olduğumuz fikri eğitim sisteminin ilk sınıftan son sınıfa devamlı beyinlere akıttığı dogmalardı.
Eğitim-öğretim sisteminin fonksiyonunu, tornadan çıkmış gibi tek tip medya tamamlamaktaydı. Medya, bir bakıma, eğitim çağı dışına çıkmış vatandaşlara eğitim hayatları boyunca belletilen dogmaların unutturulmaması görevini üstlenmişti, ama tek fonksiyonu bu değildi. Halkın bazı şeyleri bilip öğrenmemesini sağlama; başarısızlıkları saklama ve hatta başarı gibi pazarlama; devlet ideolojisini savunma ve sağlamlaştırma; çizgi dışına çıkanlara linç ve karalama kampanyalarıyla tedip ve terbiye etme de ödevleri arasındaydı.
Yargı sisteminin ve yargı bürokrasisinin temel amacı, toplumda adalet dağıtmaktan çok devlet iktidarını korumak ve kollamaktı. Sistem devlete zarar verecek olaylarla ilgili yargılamaları savsaklamak ve savuşturmak üzere kurgulanmıştı. Bir başka deyişle, ödevi, bir mahkeme şovunun kaçınılmaz olduğu durumlarda mahkeme gibi davranmak, ama hiçbir zaman adaletin gerektirdiği icraatları yapmamaktı. Rothbard’ın devlete bağlı yargı bürokrasisiyle ilgili olarak söylediklerinin canlı timsaliydi Türkiye. Rothbard devlet aygıtı olan yargı sisteminin en büyük görevinin devlet iktidarının sahiplerini korumak olduğunu, bu yüzden “devlete karşı işlenen suçlara” karşı hışımla harekete geçen ve ağır cezalar yağdıran mahkemelerin, vatandaşların vatandaşlara veya devletin vatandaşlara karşı işlediği suçlar konusunda genellikle ya kayıtsız kaldığını veya “lakayt” davrandığını söylemişti. Türkiye aynen bu durumdaydı. Bu yargısal mekanizma yıllarca bürokratik tahakküm sistemini hayal kırıklığına uğratmayacak şekilde çalıştı.
ERGENEKON SÜRECİ İLE ORTAYA ÇIKAN GERÇEKLER…
Bürokratik tahakkümün odak noktası askerî bürokrasiydi. Askeriye militarist kültürü hem genişletmeyi hem derinleştirmeyi yukarıda saydığım ortaklarının desteğiyle gerçekleştirmişti. Perde önüne nispeten az çıksa da perde gerisinde diğer üç ayağı asıl kontrol eden güçtü. Demokratik ülkelerdeki askeriye yurt savunmasına odaklanırken bizimki vatanın yurttaşlara karşı korunmasına kendini hasretmişti. Demokrasiyi aldatıcı bir oyun gibi görmekte ve demokrasi oyuncularına kendi çizdiği sınırlar içinde kaldıkları sürece müsamaha göstermekteydi. Onu da, NATO’nun ve Batı blokunun parçası olma uğruna yapmaktaydı. Toplumda ordu generallerinin hata yapabileceğine veya onlara adalet sistemince dokunulabileceğine kimse inanmazdı. Genelkurmay herhangi bir konuda bir şey söyleyince “son noktayı koymuş” olurdu, militarist medyanın diliyle.
Toplum onyıllardır bu bürokratik tahakkümle mücadele halindeydi, ama en az iki sebepten yeterince başarılı olamamaktaydı. İlk sebep, bürokratik tahakkümün herkesin görebileceği kadar çıplak bir şekilde teşhir edilmiş veya kendi kendini teşhir etmiş olmamasıydı. İkinci sebep, toplumsal plüralizmin tahakkümü imkânsız hale getirecek ölçüde gelişmemiş olmasıydı. Bu iki şart son yıllarda realize olmaya başladı. Bürokratik tahakküm öylesine açık ve net bir şekilde kendini dışavurdu ki, tahakkümün medyadaki uzantıları bile artık ona sahiplenmek yerine onun var olmadığını iddia etmek zorunda kalıyor. Teşhir süreci AKP’nin iktidara gelmesiyle hızlandı. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 27 Nisan e-muhtırasıyla doruk noktasına ulaştı. Buna yol açan şey AKP’nin iktidarının özellikle askerî bürokrasi için tahammül edilmez olmasıydı. Onlar Menderes’ten de, Özal’dan da, AP’li Demirel’den de hazzetmemişti; ama Erdoğan tahammül edilebilir gibi değildi. Bu kadarı da olmazdı. Ok yaydan çıktı, generaller demokrasiye karşı bir cephe açtı ve 27 Nisan 2007’de demokratik siyasete posta koydu. Hükümet muhtıraya sert çıkınca, askerî bürokrasinin “öğretilmiş çaresizliğe” dayanan itiraz edilemezlik ve dokunulamazlığı bitti. Bu tarihî gelişmeyi halk 22 Temmuz 2007 seçimlerinde mühürleyerek tescil altına aldı.
Yargısal bürokrasinin bürokratik tahakküm sistemi içindeki yeri ise Ergenekon yargılama süreciyle ortaya çıktı. Bu süreç yargı bürokrasisinin ilgili bölümünü mayınlı tarlaya sürdü. Sadece Cihaner olayı bunu göstermeye yeterlidir. Artık minare kılıfa sığmamaktadır. Yargıtay’ın 11. Ceza Dairesi, bir hukuk skandalına imza atarak yargının problemli rolünü teşhir etmiştir. Daire, yetkisi olmayan bir alana girmiş; ilk derece mahkemesi olarak icraat yapmasına rağmen buna Yargıtay icraatı süsü vermiştir. Büyük dosyayı küçük dosyayla birleştirmiş; ilgisiz sanıklara, birinci sınıf yargıç-savcıymış gibi muamele etmiştir. Yargıtay’ın önceki içtihatlarını çiğneyerek olmayan evraklar üzerinden işlem yapmıştır. Yargının bağımsızlığı ilkesini hiçe sayarak, ilk derece mahkemelerine talimat göndermiştir. Ayıp öyle büyüktür ki, hiçbir örtü onu gizleyemez.
Askerî bürokrasinin ve yargı bürokrasisinin tahakküm geleneği içindeki yerinin teşhir olmasını, eğitim-öğretim sisteminin çatlak vermesi ve medyanın gerçek yüzünün ortaya çıkması tamamlamıştır. Artık üniversite ve medya monolitik bir bütün gibi hareket etmekte değildir. Bu Türkiye’nin toplumsal plüralizmde ileri bir noktaya geldiğinin işaretidir. Süreç devam edecektir. Önümüzdeki hafta AYM’den tahakküm geleneğine uygun ve lâyık bir iptal kararının çıkması bu durumu değiştirmeyecektir. Böyle bir karar belki de süreci hızlandıracaktır. Meseleye kısa değil uzun vadeden bakınca bir gerçek kolayca görülmektedir: Bürokratik tahakküm geleneği yıkılmaktadır.
Zamani 02.06.2010