İnsan doğasının kötü yanı
Dünyada çeşitli ülkelerin “savunma” bütçeleri şu şekilde: ABD: 610 milyar dolar, Çin: 228 milyar dolar, Rusya: 66 milyar dolar, Fransa: 57 milyar dolar, İngiltere: 47 miyar dolar, Almanya: 44 milyar dolar ve Türkiye: 18 milyar dolar. Bu kadar büyük paralar ne için harcanıyor? Bir ülkenin hayatta kalabilmesi için. Eğer bir ülke hayatta kalmaya bu paraları harcıyorsa insana olan güvensizlik de oralarda bir yerlerdedir. Bu liberal birey için de geçerlidir. İnsan olmasından gelen yanlarıyla bireyin doğasında da “doğal olarak” kötülük varolabilir. Ancak birey ahlâkî gelişimi ile birlikte ve liberal-liberteryen bir ideolojik düşünselliğe kavuştukça barışçıl ve iyi yanını arttırabilir. Bunun yanında bireyden ahlâkî değer açısından olmasa da güç açısından daha büyük olan devletler ve bireyselleşememiş bireylerin varlığı insanlar arası güvensizliği neredeyse yaşamın temeline yerleştiriyor.
Sosyal Darvinizme inanmasak bile güçlüler arasındaki mücadeleyi kabul etmek durumundayız. Hayatın devamlılığı açısından bu durum neredeyse mutlaklaşmıştır. Kaynakların süreklileştirilememesi ve güvensizliğin yaşamda kendisine önemli ölçüde yer bulması hayatta kalmak mücadelesini de yaşamın merkezine koyuyor. Hatta bu meseleye varoluşsal bir açıdan bakarsak yaşam sonrasının belirsizliği yaşamda kalma direncini arttırıyor ve insan bu yaşamda geçirdiği zamanını çoğu zaman ve haller içinde maksimize etmek istiyor. Bu mücadele içinde iyi ve kötünün sınırlarını keşfettikçe insan diğerleri ile olan ilişkisinin içeriğini belirliyor ve yaşamda kendisine bir yer bulmaya çalışıyor. Hobbesvari bir kötülük yaşamın tamamına kimi zaman hükmedebiliyor ancak insanın bu yanının da mutlaklaştırılması doğru bir sonuç vermeyebiliyor. Liberal bir ahlâk yapısı insanlararası ilişkilerin Hobbesvari yapısını minimize ederek bu ilişkileri iyilik hali temeline yerleştirebiliyor.
Güvenmek ve güvenememek siyasallaştığında
Birey siyasallaştıkça güven meselesinin siyasal yanı da konuya dâhil oluyor. Bildiğimiz gibi devletler siyasalın hâlâ mutlak hâkimi konumunda ve sınırlar ile birbirlerinden ayrılmış durumdalar. Bu ayrılık üzerinden varlıklarını devam ettirmekten vazgeçeceğe de benzemiyorlar. Krallıklar ve imparatorluklar veya ulus devlet modeli içinde olsun güç mücadelesi temelinde devletin kendisini var etme çabası değişmiyor. Doğa kanunları temelinde bile konuya baksak aynı durumla karşılaşıyoruz. Mücadele süreklileşmiş bir durumda ve bu mücadelenin değişeceğini varsaydıracak bir siyasal gelişmenin de emareleri ortada değil. Siyasal mücadele içinde siyasalın en güçlü aktörü olarak devlet silahlandıkça güvenliğini sağlıyor ve meseleyi ahlâkileştirmeden çıkarları peşinden gidiyor. Bu durum silahların dünya gerçekliği içinde ne kadar kritik bir noktada olduğunu gösteriyor. Silahsız bir dünya adeta insan tasavvurunun ötesinde kendine yer buluyor.
Bazı devletlerin silahlanma ve daha genel anlamında savunma için oluşturdukları bütçelerden bahsettik. Bu bütçelerin her bir doları bize uluslararası ilişkilerin realizm teorisinin geçerliliğini de gösteriyor. Realizm de bize insanlar arasındaki karşılıklı güvensizliğin boyutlarını gösteriyor. Küresel siyasetin ne kadar silahlar çerçevesinde yapıldığı ortaya çıkıyor. Bu durumu silahların gölgesinde bir yaşam olarak görmek ne kadar mümkündür tam emin değilim. Fakat silahsız bir dünyanın geçerliliğinin olmadığını görebiliyorum. İşin bir yanı da silahların çapı oluyor. Silahların yıkıcılığı arttıkça insanlar arasında ve daha ötesinde devletler arasındaki güvensizliğin boyutu ortaya çıkıyor. Nükleer silahlardan tutun da her bir askerin eline verilen silahlara kadar konu genişliyor. Zaman zaman düşünüyorum. Nükleer silahların potansiyel yıkıcılığı insanın diğer bir insana karşı doğa halindeki sevgisizliği ve nefretini mi gösteriyor? Bu sorunun cevabı hem siyasal içinde hem de insan doğasını inceleyecek antropoloji, felsefe ve edebiyat içinde yatıyor olabilir.
Barış yeni savaşların başlangıç noktası olduğunda
Devletler arasındaki barış durumları yeni savaşların göstergesi olabilir. Devletler insan doğasından hareket ederek silahlanmalarını sağlamaktan ve savaş simülasyonlarını yapmaktan geri durmazlar. Aslında bu devletin liberal teori içindeki tek görevidir. Bir savaşın bitimi barış halini yansıtabilir. Bu barış hali ise bir sonraki savaşın oluşması için atılan adımların ilki haline de gelebilir. Bu halde barışa silahlanmak için siyasal tarafların kendilerine zaman kazandırması da diyebiliriz. Günümüzde demokratik barış teorisinden konuya bakarak demokrasiler arasında silahlı çatışma olmaz diyenlerin yanılgılarını gösteren bir tablodur, bu. Devletler silahlanıyorlarsa birbirleri arasındaki çatışmaların ne boyutta olduğunu bir diğerine de gösteriyorlar. Devletlerin her gün ne kadar asker eğittiğini düşünün. Ne kadar asker savaş haline hazırlanıyor. Neden? Devletin güvenliğini sağlamak için. Eğer barış hali mutlaksa buna ne gerek var?
İşi romantize etmeden net olarak söyleyebiliriz. Silahsızlanmak neredeyse imkânsızdır. Her bir silah da barıştan sonra gelecek olan çatışma halinin göstergesidir. Üstelik yaşadığımız dünyada da barış silahlar ile korunuyor. Silahlar olmadan insan insanın kurdu olmaktan uzak kalamıyor. Silahlanma ve savunma çabaları hepsinin yanında “gizli” olarak yapılıyor. Ne yaptığınızdan haberdar olurlarsa yaptıklarınızı engelleyebilirler. Engellendiğiniz müddetçe varlığınız tehlikeye girer. Varlığınızın tehlikeye girdiği noktanın da kaybetmekle anlamlandığını açıkça bilebiliriz. Kaybetmek istemiyorsanız barış halinde silahlarınızı daha keskin hale getiriyor; yıkıcılıklarının çapını genişletiyorsunuz. Nükleer felaketlerden ne kadar korkulduğu barış halinin savaş haline nasıl kolaylıkla dönüşebileceğini anlatıyor. Devlet hayatımızda varoldukça ve devletler arasında saldırmazlık ilkesinden hareketle ahlâkî mutlaklar içinde yaşamak mümkün olmadıkça silahların gölgesi bireyin de üzerinde olacaktır. Barışın ahlâkiliği önemlidir ama savaşın gerçekliği de gücünü kaybedeceğe benzememektedir.