Bu yanlışlık artık sürdürülemezdi ve nitekim sürdürülemedi. YÖK’ün son kararıyla ciddi bir yanlışlıktan dönüldü. Önceki yılların mağdurlarının kaybı, ne yazık ki, kolay kolay telafi edilemez, ama hiç olmazsa bundan sonra bu tür mağduriyetlerin yaşanmayacak olması adalet ve insanlık için umutlarımızı canlı tutmamıza yardımcı olabilir.
Yükseköğretim Kurulu, geçtiğimiz günlerde çok önemli ve birçok bakımdan anlamlı bir karar aldı. On senedir sürdürülmekte olan bir yanlışlığa son vererek, meslek lisesi öğrencilerine uygulanan katsayı ayrımcılığını kaldırdı. Birkaç sene önce olsaydı bu karar büyük bir gürültüye yol açardı. Resmi ve sivil birçok kişi ve kuruluş, birçok gerekçeyle bu kararı eleştirir ve ülkede gerilim yaratırdı. Bu sefer böyle olmadı. Karar geniş toplum kesimlerinde, siyasette ve medyada olgunlukla karşılandı. İş idari yargıya taşınmaz diye umut ederken İstanbul Barosu’nun Danıştay’a müracaat ettiği haberi geldi, dilerim sağduyu ve hukuk galip gelir ve Türkiye normalleşme yolunda bir adım daha atmış olur.
İmam hatip liseleri sadece bir meslek okulu olmak bakımından değil, din özgürlüğü bakımından da önemlidir. Yani bu okullar bildik rutin eğitimi aşan bir fonksiyon icra etmektedir. Bu okullara gösterilen teveccühün sebebi, bazı vatandaşların çocuklarına eğitim sisteminde münasip görülen ortalama din eğitiminden daha fazla din eğitimi verilmesini istemesidir. Her özgürlükçü demokratik ülke, vatandaşlarının bu ihtiyaç ve taleplerine bir şekilde cevap vermek mecburiyetindedir. Çocuklarının nasıl ve ne kadar din eğitimi alacağında esas söz ve yetki velilere aittir. Ne başka veliler ne de kamu görevlileri bu velilerin yerini alma ve başkalarının çocukları için karar verme hak ve yetkisine sahiptir. Onlar iki şey yapabilir: Bir: Kendi çocuklarının eğitim alma tarzı ve eğitimin muhtevası üzerinde söz sahibi olabilir. İki: Genel eğitimin ve bu arada din eğitiminin evrensel insan hakları ve demokrasinin genel standartları ile uyumlu olmasını talep edebilir.
Tek parti döneminde dinî eğitim ve pratiğin baskı altına alınması ve kısıtlanması toplumda sorunlar ve büyük huzursuzluklar yaratmıştı. Demokrasiye geçilince vatandaşın itibarı sınırlı da olsa arttı ve söz hakkı doğduğu için tek parti sisteminin din eğitimi politikası mecburen ve olması gerektiği gibi yavaş yavaş terk edildi. Bazılarımız unutmuş olabilir ama bu süreci başlatan CHP’ydi. İmam hatip liseleri işte bu süreçte doğdu. Bu okullara meslek lisesi statüsü ve görünümü verilmesinin sebebi, demokratik felsefeyi yeterince benimseyememiş kişi ve çevrelerin direnişinin dolambaçlı yollar kullanmak mecburiyeti yaratmasıydı. Demokrasi ağır aksak da olsa işlediği sürece engeller aşıldı ve bu okullar yaygınlaştı, böylece ilgili vatandaşların talepleri daha iyi karşılanır oldu.
KAMU OTORİTESİNİN KENDİ VATANDAŞINA SAVAŞ AÇMASI…
İmam hatip okulları meslek lisesi statüsünde olmakla beraber herkes biliyor ki vatandaşlar çocuklarını bu okullara imamlık veya müezzinlik mesleğine girsin diye değil, dinlerini öğrensin diye gönderiyor ve ebeveynleri yanında çocukların büyük çoğunluğu da aynı çizgiyi izleyerek gözlerini başka mesleklere dikiyorlar. Dolayısıyla, bazılarının sandığının veya inandığının tersine, bu okullar dindar olmayan ailelerin çocuklarını almış ve dindarlaştırmıyor. Çocuklar zaten dindar oldukları için bu okullara gidiyor. Oysa, imam hatip liselerinin varlığını, sayısını, fonksiyonlarını eleştirenlerin çoğu tersine inanıyor. Bunu yaparken hiçbir bilimsel veriye dayanmıyor, tamamen şahsi önyargılarını konuşturuyor.
Demokratik dönemlerde bu yolla din eğitimi ihtiyacını karşılama formülü nispeten iyi işlemiştir. İmam hatip liseleri sayesinde birçok aile kendini mağdur hissetmekten kurtulmuştur. Çocuklarına daha tatminkâr olduğunu düşündüğü bir eğitimi aldırmayı başarmıştır. Veya öyle olduğuna inanarak gönlünü ferahlatmıştır. Siyasi sistem de bu formülden yararlanmıştır. Din eğitimini evrensel demokratik standartlara uydurma ihtiyaç ve mecburiyetinin üstüne bu sayede bir şal örtmüş ve din eğitimini istediği gibi kontrol altında tutmuştur. Böylece, sistem ve onun sahipleri ile dindar kitleler arasında açıkça telaffuz edilmemiş, adım adım gelişmiş bir anlaşma imzalanmış, bir anlamda zımni bir sözleşme yapılmıştır.
Bu anlaşma 28 Şubat sürecinde bozulmuştur. Sistemin sahipliği rolünü üstlenen bürokratların baskı ve yönlendirmeleri altında politikacılar hayatın dayattığı ve olgunlaştırdığı, ideal ölçülere uymasa da ihtiyaca bir ölçüde cevap veren ve dindar kitleleri rahatlatan bu formülü bozmuş ve imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye geçiş imkânlarını budamıştır. Bunun çok yanlış ve adaletsiz bir davranış olduğuna kuşku yoktur. Vicdanları rencide ve adalet duygularını tarumar ettiği için toplum bu davranışı bir türlü kabullenememiş ve her fırsatta ona itiraz etmiş ve durdurmaya ve değiştirmeye çalışmıştır.
28 Şubat sürecindeki katsayı ayrımcılığı hukuka, eşitliğe ve adalete aykırı bir dayatmaydı. Bir anlamda kamu otoritesinin kendi vatandaşına savaş açmasıydı. Anayasa’daki eşitlik ve öğrenim hakkı ilkelerinin açık ihlaliydi. Verdiği zarar sadece eğitim alanıyla ve belli bir toplumsal kesimle sınırlı değildi, çok daha geniş alanlara ve geniş toplum kesimlerine ulaşmaktaydı. Haksızlık o kadar barizdi ki, birkaç özelliğini hatırlatmak gerçek boyutlarını göstermeye yetecektir. Meşhur karar tamamen bürokratik dayatmaydı; halka hesap verme derdi olmayan bürokratların bir dayatması. Hukukun hakimiyeti bu kararla açıkça çiğnendi. Bu tür kararların istikbalde sonuç doğurması gerekirken karar geriye yürütüldü. Yeni statünün karardan sonra bu imam hatiplere girecek öğrencilere uygulanması beklenmedi, beş altı senedir okuyan ve son sınıflara tırmanmış öğrencilere de uygulandı. Böylece binlerce gencin hayatı karardı. Bilmem bu adaletsizliği savunanlar hayatı kararan, yıllarca hayalini kurduğu mesleği yapma şansını kaybeden bir öğrenciyle konuştular mı hiç. Eminim, konuşsalar, vicdanları kanardı. Sonra daha kötüsü yapıldı. Bu okullardan ayrılıp düz liselere geçmek isteyen öğrencilere izin verilmedi. Bu inanılmaz bir şeydi. Okullar adeta hapishaneye çevrilmişti. Ve yapılanlar aslında sadece eğitim hakkının engellenmesiyle kalmıyor, hayat hakkına saldırı boyutlarına ulaşıyordu.
HAPİSHANEYE ÇEVRİLEN OKULLAR….
Katsayı ayrımcılığında asıl hedef imam hatiplilerdi ama sadece imam hatiplileri engellemek çok göze batacağı için, kararmış gözler ne kelime, bütün meslek liseliler harcandı. Adaletsizlik, klasik taktikle, yaygınlaştırılarak meşrulaştırılmak ve normalleştirilmek istendi. Bu yüzden meslek liseleri ve dolayısıyla bütün eğitim çok darbe yedi. Bu akılalmaz uygulama yıllarca sürdürüldü. Koca koca gazeteciler, bürokratlar, üniversite hocaları yapılana sessiz kaldı. Hatta destek verdi, alkış tuttu. Hele ANAP’tan bir politikacının (Yılmaz Karakoyunlu) haksızlığı meşrulaştırıcı dehşet verici bir televizyon konuşması vardı ki, unutulması ve affedilmesi mümkün değil.
Bu yanlışlık artık sürdürülemezdi ve nitekim sürdürülemedi. YÖK’ün son kararıyla ciddi bir yanlışlıktan dönüldü. Önceki yılların mağdurlarının kaybı, ne yazık ki, kolay kolay telafi edilemez, ama hiç olmazsa bundan sonra bu tür mağduriyetlerin yaşanmayacak olması adalet ve insanlık için umutlarımızı canlı tutmamıza yardımcı olabilir.
Bir ilginç nokta katsayı ayrımcılığı probleminin yasa çıkarma veya anayasa değişikliği yapma yoluyla değil bir idari kararla çözülmüş olmasıdır. Doğrusu da budur. Aynı şey başörtüsü sorunu için de geçerlidir. Başörtüsü yasağı, özünde esasında ne bir yasaya ne de bir anayasa hükmüne dayanmaktadır, sadece ve sadece idari kararlara dayanmaktadır. Sözüm ona yargı kararları da hem cari mevzuata hem hukukun hakimiyetine aykırıdır ve asıl fonksiyonları ilgili idari kararın takviyesidir. Bu yüzden, başörtüsü yasağını da idari kararlarla, hatta idari karar da almadan, negatif özgürlüğün gerektirdiği anlamda hareketsiz kalarak çözmek mümkündür.
Zaman, 31.07.2009