Dünyadan uzaklaşan ülke ve birey
Türkiye cihanda bile barış istediği iddiasında kendi içine hapsedilmiş bir ülke idi cumhuriyet tarihinin önemli bir bölümü boyunca. Sanki dünyada sadece kendisi vardı. Vatandaşlaştırılmamış bireyler dünyadan habersiz rejimin piyonları olarak cennet ülkesinde yaşamak durumundaydı. Rejimin bekçisi militer bürokrasi isterse dünya vardı, istemezse dünya yoktu. Cumhuriyetçi bürokrasi kendini, çıkarları doğrultusunda dünyadan izole etti. İzole ettiği aslında bireylerdi. Rejimin belirlediği alanlardan çıkmaması gerekenler bireylerdi. Cumhuriyetçi bürokrasinin sıradan piyonları olarak dünyanın bir köşesinde, kendi ülkesine hapsedilmesi gereken varlıklardı. Cumhuriyet ve onun sahibi cumhuriyetçiliğin tanımı bürokrasi, kendi ideolojisini tanımlarken milliyetçiliğe başvurdu. Onu yönettiğini düşündüğü bireylerin toplamı olarak değil, yeni yaratmak istediği ulusun bir ideolojisi olarak gördü. Rejim herkesi aynı düzlem üzerinde aynılaştırmak istedi. Aynılaştırmak istemesini de milliyetçilik olarak tanımladı.
Bütün bir Cumhuriyet tarihinde rejimin en çok sevdiği ideolojilerden birisi oldu milliyetçilik. Bürokrasi milletin ötesinde bir “millet” olarak kendisini var etti ve kendisini var etmenin haklılaştırılması olarak da kullandı milliyetçiliği. Rejimin diktası altında milliyetçiliksiz konuşamaz haldeki ülkenin politikaları ülkeyi dünyadan kopardıkça bireyi de devlete daha çok muhtaç hale getirdi. Muhtaçlıktan doğan problemler karşısında bireye fedakârlık ahlâkı aşılanmaya çalışıldı. Milliyetçi kimlik altında sorunların görünmemesi istendi. Bürokrasi milliyetçiliğin faydalarını görürken bireyler milliyetçiliğin kollektivize ettiği ülkede dünyadan kopuk kalmak zorunda oldu. Rejim bireyin birey olarak kalmasını değil, rejimin milletin parçası kimliği adı altında bireye dayattığı devletçi kimliğin altında olmasını istedi.
Birey dünyadan uzaklaştırıldıkça daha kolay yönetilebilir oluyordu. Devlet otoritesi tek bir ülkeye mahkûm edilmiş bireyi mutlak kontrol altına alıyordu. Millet kavramı ile birey ülkesine zorla bağlanıyor, dış dünya ile bağlantısı milliyetçilik tanımı altında engelleniyordu. Ulusal çıkarların milliyetçiliği ile yaşamak zorunda bırakılan birey ile cumhuriyetçi bürokrasi bu konuda da ayrışıyor; cumhuriyetçi bürokrasi dünyadan faydalanıyor ama bireyler ülkeye hapsediliyordu. Bunların da yanında bireyler milliyetçi kültür altında devlete itaat fikirleri ile koşullandırılmaya çalışılıyor, baskı altında bırakılıp yanlışları görmeleri engelleniyordu. Rejimin yaptığı bütün yanlışlar milliyetçilik şemsiyesi altında yok sayılıyor, devlet milliyetçilik ideolojisini silah olarak kullanarak kendisini hep haklı çıkarmaya çalışıyordu.
Biyolojik iktidarın Atatürkçülüğe verilme aracı olarak milliyetçilik
Cumhuriyetçi bürokrasinin kendine biçtiği beyaz brakisefal ırk, rejimin milliyetçiliğinin temel taşıyıcılarından biri oldu. Ülke içindeki bireylerin sıradanlıklarının yanında elbette ki kurucu kadro ve bürokrasi üstün bir ırkın parçasıydı. Biyolojik olarak kendini üstün görmenin adı ırkçılıktı fakat rejim kendini biyolojik iktidarın sahibi olarak tanımlamak istemedi. Bunun yerine daha kolay hazmedilir bir kelime olan milliyetçilik seçildi. Birey ülkede milliyetçilik adına her türlü zorluğun altında tutuldu, biyo-iktidar sahibi rejim kendi ırkçılığını milliyetçilik adı altına gizledi.
Rejim cumhuriyetçiliğini yeşertirken kendisi için belirlediği ırkçı kimlik olarak saf kan Türklük milliyetçiliğin önüne getirildi. Bireye yapılan her türlü zorbalık milliyetçiliğin bu etnik adı ile birlikte uygulandı. Atatürkçülüğün üst kimlik yapılması ile beyaz ırkın Türk kesimi cumhuriyetçi bürokrasi iktidarını milliyetçilik kimliği ile daha da güçlendirme çabasında oldu. Birey milliyetçilik tanımlaması altında konuştuğunda aslında rejimin bürokrasisinin dili içinde konuşuyordu. Millet ve milliyetçilik gibi kavramlar ile kalabalıkların içinde yok edilen birey ile üstünlerin beyaz yaşamının sahibi brakisefal militer bürokrasi arasında çıkabilecek olası çatışmalar da, herkesin milliyetçiliği tanımlaması altındaki kültür ile yok sayılmaya çalışıldı. Çoğunlukla fakir ve beceriksiz olarak tanımlanan “halk” ile beyaz ırk bürokrasinin arasındaki uzlaşmaz farklılık milliyetçilik ile giderilmek istendi. Rejim bunda da çoğunlukla başarılı oldu. Günümüzde bile rejim adına ölenler ile rejimin sahipleri arasındaki fark milliyetçilik başlığı adı altında halı altına süpürülmüyor mu?
Türkiye’de milliyetçilik kültürel bir olgu olduğu kadar militer bürokrasinin elinde ırkçı bir düşünceyi de ifade ediyor. Biyo-iktidar sahipliğini cumhuriyet ve cumhuriyetçilik ile elde etmiş olan bürokrasi milliyetçilik ile hem bireyi kültürel ve biyolojik anlamda kontrol etmeye çalışıyor hem de Türkiye’de yaşayan bireyi dünyanın parçası olmaktan uzak tutmaya çalışıyor. Günümüz dünyasında küreselleşme dışında kalmak kimilerine göre pek kolay olmuyor. Eğer gerçeklik bu yönde ise Türkiye de bu gelişmelerin gerisinde kalamaz veya kalamıyor demektir. Rejim, yaşamın getirdiği tüm özgürlükçü liberal düşüncelerin açıklık politikalarına rağmen, Türkiye’de yaşamak durumunda olan bireyleri milliyetçilik ile dünyadan uzak tutmaya çabalıyor. Atatürkçülük siyasette egemen olmak için uğraşlarını devam ettiriyor. Bu uğraşlarında başarılı olmak için kültürel dediği milliyetçilik içinde bireyi sisteminin parçası olarak tutmaya çabalıyor. Milliyetçilik dün olduğu gibi bugün de cumhuriyetçi bürokrasinin temel ilkelerinden biri. Bireyin dünyalılaşmasını engelleyerek, aslında ırkçı, göstergede kültürel çabalarıyla milliyetçiliğini ayakta tutmaya devam ediyor. Bu sadece bir çaba da değil. Atatürkçülüğün hâlâ temel dayanaklarından biri. Liberal fikirlerden uzak milliyetçilik cumhuriyetçi bürokrasiye kazandırırken bireye kaybettirmeye devam ediyor. Atatürkçü cumhuriyet sıkı sıkıya sarıldığı iktidarından vazgeçmek istemiyor.