Türkiye şu sıralarda ülke içinde ve dışında PKK ile amansız bir mücadele yürütüyor. Güvenlik güçleri on yıllarca benimsenen ve uygulanan pasif bekleyiş-savunmada kalma politikasını terk etti. Aktif bir tutum içinde PKK’nın üstüne üstüne gidiyor. Ülkenin gerek görülen her yerinde PKK mensuplarını bulup etkisiz hâle getirme amacıyla operasyonlar yapılıyor. Suriye ve Irak’ta da hava ve kara harekâtları fasılasız sürdürülüyor.
Memleketimizde ve diğer ülkelerde –özellikle AB’de – bazı çevreler bunu Türkiye’nin Kürt halkına karşı savaş açması olarak görmeyi ve sunmayı seviyor. Bunlara bakılırsa mevcut iktidar –özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan- bir Kürt düşmanı. Türkiye Kürtlerin tüm haklarını gasp etmek hattâ Kürt halkını yok etmek istiyor. Bu çerçevede, Afrin’de atılan adım da Kürt halkına yönelik bir işgal ve katliam harekâtı.
İnsan aklı nisyan -yani unutmak- ile malulmüş. Bu unutkanlık en kuvvetli gerçeklerin bile görmezden gelinmesine, gizlenmesine yol açabiliyor. AK Parti’nin Kürt sorununa yönelik politikalarının tarihi de böyle bir muameleye tâbi tutuluyor. Sanki AK Parti iktidara geldiği ilk günden itibaren Kürt sorununda bugünkü politikaları uygulamış, her şey yolunda giderken ve ülkeye barış havası hâkimken ortalığı karıştırmış gibi yorumlar yapılıyor.
Oysa tarihî kayıtlar ve belgeler gösteriyor ki gerçek çok farklı. Türkiye 1920’lerden 2000’lere kadar -on yıllar boyunca- Kürt meselesinde çözüme yönelik ciddî bir adım at(a)madı. Özellikle PKK’nın sahneye çıkartılmasından sonra insiyatif hep askerlerde kaldı. Siyasiler onların peşinden sürüklendi. Kuruluşa egemen ayrımcı zihniyetin ürünü olan ret ve inkâr politikaları inatla sürdürüldü. AK Parti bu politikaları değiştirdi. Ret ve inkârı sona erdirdi. Kürtlerin hak ve özgürlüklerini tanımaya yönelik büyük reformlar yaptı. Bununla de yetinmedi. Ölümü göze alan bir cesaretle Kürt problemini barışçıl yollarla tam olarak çözmeye çalıştı.
Oslo müzakereleri bu istikamette çok ciddî bir adımdı. Hükümet her yerde haklı olarak terör örgütü olan tanınan bir yapılanma ile perde arkasında,gizli görüşmeler yapılmasını kabul etti ve bunu istihbarat bürokratları eliyle gerçekleştirdi. Daha önce hiçbir hükümet buna cesaret edememişti. Hattâ bunu düşünememişti. Maalesef Oslo süreci FETÖ tarafından Milliyet gazetesi kullanılarak sabote edildi. FETÖ bu görüşmeleri Erdoğan’ı tasfiye etmek için kullanmak istedi. 7 Şubat 2012’de buna yönelik akim kalan bir teşebbüse girişti.
Sonra çözüm süreci geldi. Erdoğan ve arkadaşları yine “baldıran zehiri içmeyi” göze alarak problemi çözmek istedi. Her yerde barış havaları esti. Diyarbakır başta olmak üzere bölgeye sükûnet ve ekonomik canlanma geldi. Ama bir taraftan FETÖ bundan da rahatsız oldu; diğer taraftan PKK bunu kalıcı çözüme giden bir yol olarak görmek yerine daha şiddetli bir çatışmaya hazırlık için mola olarak kullandı. Siyasî kolu HDP akla, mantığa ve hayatın akışına aykırı şekilde Erdoğan’a savaş açarken PKK bölgeye silâh yığdı. Suriye iç savaşı ve uluslararası güçler –yani AB, Rusya ve ABD- ile kurduğu ilişkiler PKK’yı başka bir oyun içine girmeye itti. Çözüm süreci de böylece çöktü.
İki defa yaptığı çok riskli ve hayatî atakların sonuç getirmediğini gören hükümet çaresiz kaldı. Bu arada PKK Suriye iç savaşının açtığı alanda yeni adımlar atma arayışına girdi. ABD’den açık AB’den kısmen açık, kısmen örtülü destek aldı. Bunları gören Türkiye politika değiştirdi ve daha önce emsali görülmemiş bir azimle her nerede ve her ne pahasına olursa olsun PKK’nın üstüne gitmeye karar verdi.
AB ülkeleri Türkiye’yi bir türlü anlamadı, anlamak istemedi. PKK’nın Avrupa’da cirit atmasına izin verdi. Bir taraftan PKK’yı bir terör örgütü olarak kabul ettiğini beyan etti, ama diğer taraftan ona ciddî destekler sağladı. AB’nin çirkin yüzü ve ikiyüzlülüğü geçtiğimiz aylarda İspanya’da yaşanan Katalonya krizi ile iyice açığa çıktı.
Katalonya İspanya’nın tarihsel olarak ayrılıkçı eğilimlere sahip bir bölgesi. Bu bölge şiddet de gördü ama sonunda Katalan halkı şiddeti bitirdi. Barışçıl, demokratik yol ve yöntemleri kabul etti. Özerklik statüsü sahibi Katalonya’nın meclisi uzun zamandır söz edilen ayrılma –bağımsızlık- kararını aldı. Sonra bu karar referanduma götürüldü. Ortada ne şiddet ne de vahşet vardı. Komşu ülkelerde üslenen PKK benzeri bir örgütün ülkede terör estirerek binlerce insanın ölümüne yol açması da söz konusu değildi. Yapılan sadece siyasî bir karar almaktı.
İspanya buna büyük bir öfkeyle cevap verdi. Katalan Meclisi dağıtıldı. Referandumda kullanılacak oy pusulalarına el kondu. Bağımsızlık lehine yayın yapan web siteleri kapatıldı. Bölgeye binlerce güvenlik görevlisi yığıldı. Bütün bu adımlarda İspanya Anayasa Mahkemesi İspanyol hükümetine kararlarıyla destek sağladı. Katalan halkı da büyük bir çoğunlukla bağımsızlık istedi. Bunun üzerine suçlu ilân edilen Katalan liderler ülke dışına kaçmak zorunda kaldı. Liderler hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. PKK’ya ve FETÖ’ye yataklık yapan Almanya geçtiğimiz günlerde Katalan lider Carles Puigdemont’u göz altına alıp cezaevine gönderdi. Aynı Almanya Türkiye’nin binlerce dosya ile istediği — bazıları cinayetlere, katliamlara bulaşmış — PKK’lılar hakkında en küçük bir işlem yapmadı. Büyük bir yüzsüzlükle oyalandı durdu. Hâlen de aynı yolun yolcusu.
İspanya’da merkezî idarenin Katalonya’da yaptıklarını Türkiye yapsa AB ülkeleri kıyameti koparırdı. Kendi üyeleri söz konusu olunca üç maymunu oynuyorlar, hattâ İspanya’ya destek veriyorlar. AB’nin ikiyüzlülüğü bir kere daha yüzümüze yüzümüze çarpıyor. Başkalarını bilmem ama ben hiç ama hiç şaşırmadım.
Serbestiyet.com, 27 Mart 2018