61 Anayasası özgürlükçü bir anayasa olduğu gerekçesiyle yıllar yılı neredeyse fetişleştirildi. Bu anayasanın demokratik ve özgürlükçü olduğunu iddia edenler, bürokratik oligarşinin yandaşları ve halk egemenliğine, demokrasiye karşı olanlardı. Anayasa Mahkemesi 61 Anayasası’yla kuruldu ve Parlamentonun yasama yetkisi bürokrasinin direktifine verildi. Böylece günümüz ‘hákimler diktatörlüğü’ olgusunun şartları hazırlandı.
TANINMIŞ yazar David Spitz, 1962’de yayınlanan eserine Voltaire’ın ‘Aynı kelime her zaman aynı şeyi ifade etmez’ sözüyle başlamış ve önce demokrasiyi tanımlama gereğini belirtmişti. Son 40 yılın demokrasi teorisinin klasikleşmiş yazarı G. Sartori de 1987’de yayınlanan eserine ‘Demokrasi kavramında karmaşa çağı’ başlığıyla başladı, ‘Demokrasi hakkında yanlış fikirler demokrasiyi yanlış yola götürür’ cümlesinden sonra demokrasinin Batı uygarlığının meydana getirdiği siyasal eserin adı olduğunu yazdı. Türkiye’de de demokrasi kavramındaki kargaşa daha yoğun biçimde ve son dönemde artırılarak sürdürülüyor. Kargaşadan kurtulmak için önce Batı demokrasisinin tanımını yapmak, unsurlarını, şartlarını doğru belirlemek lazım. Demokrasi gibi demokrasiyle ilgili insan hak ve özgürlükleri, temsili sistem, anayasacılık, hukuk devleti gibi kavramların tamamı da Batılı 150 yılda geliştirilen siyaset ilminin konularıdır.
Türkiye’de maalesef bilimsel kalitesiyle dünyanın ilk 300’ü arasına girebilen üniversite eser veya fikirlerine dışarıda atıfta bulunulan siyaset, anayasa, hukuk bilgini veya tatbikatçısı yok. Bazıları profesör sıfatını kullanarak medya vasıtasıyla kavram kargaşasını körükleyerek, Sartori’nin ifadesiyle‘Demokrasiyi yanlış yola soktular’. Öylesine ki Türkiye esasen tam intisap edemediği, başta AB olmak üzere dünyadaki demokratik ülkeler camiasından tamamen dışlanmak noktasına getirildi.
Demokrasinin doğru izahı
Bir anayasanın demokratik olup olmadığını anlamak evvela demokrasinin doğru izahını gerektirir. Esas aldığımız tür, Marksizm’in halk demokrasisi veya ekonomik demokrasi değil, Batılı ‘siyasi demokrasi’. Sartori yalnızca demokrasi kelimesi kullanıldığında ‘Siyasi demokrasi’nin anlaşılması gerektiğini yazıyor. Demokrasinin Locke ile başlatılan geleneksel teorisinin yanında, Barry Holden ‘modern teori’nin son 50 yılda oluştuğunu, R. A. Dahl’ın temsil ettiği ‘pluralizm-çoğulculuk’un, A. Lijphart’ın öncülüğünü yaptığı ‘consociationalism-oydaşmacılık’ın modern teoride yer aldığını yazar. David Held, ‘Yeni sağ’ın ‘legal-hukuki’ demokrasi, ‘yeni sol’un ‘participatory-katılımcı’ demokrasi tezlerini anlatır. Çoğulculuğun önde gelen temsilcisi R. A. Dahl’a göre demokrasinin ilk şartı ordu ve polisin sivil yurttaş denetimi altında olmasıdır. Dahl ayrıca demokrasinin asgari yedi şartını sıralar. Bunlardan birincisi ‘bütün kararların seçilmiş görevlilerce alınması’dır. Dahl bu şarta aykırı olduğu için atanmışlardan oluşan anayasa mahkemesine karşıdır.
Dahl çoğulculuğu temsil ettiği halde ‘çoğunluk yönetiminin bütün alternatifleri de ciddi eksiklikler taşımaktadır’ diyerek A. Lijphart’ın ‘oydaşmacı model’ görüşüne uygun şekilde İsviçre ve Belçika gibi din, dil sebebiyle kökten bölünmüş olmayan toplumlarda veya üniter devletlerde çoğunluk yönetiminin uygun olduğunu ima etmektedir. ‘Yeni sağ’ teorisyenlerinden Norman P. Barry, çoğunluk ilkesine Batılı demokratik sistemde saygı gösterildiğini, sayısal karardan uzaklaşılmasının meritrokrasiye yol açacağını yazmaktadır. Philippe C. Schmitter-Terry Lynn Karl, Dahl’ın 7 şartına,‘Halk tarafından seçilmiş organlar, anayasal yetkilerini seçilmemiş organların muhalefetine tabi olmadan kullanabilmelidirler’ şartını eklemiştir.
Tüm bu teorisyenler, anayasaya uygunluğun, atanmış yargı tarafından denetimine karşıdırlar. Onların görüşleri, halkın yarısının oyunu alan iktidar partisine kapatma davasının açıldığı, Yargıtay, Danıştay muhtıralarının gündemini işgal ettiği Türkiye’nin demokrasiden çok uzak olduğunun delillerindendir.
Schmitter-Karl’a göre, parlamentonun yanında yargı veya başka kamu organları da egemenliği kullanıyorsa bunların halka karşı sorumlu tutulmaları gerekir. Sorumluluğun yöntemi belli süre için halk tarafından seçimdir. Bu şart da yargının egemenliğe ortak olduğu iddiasına bilimsel karşılık niteliğindedir. Schmitter-Karl, demokrasiyi, ‘azınlık ve birey haklarının güvenceye alınması kaydıyla dürüst seçimlerle oluşan çoğunluk yönetimi’ olarak anlatmaktadır.
G. Sartori, çoğulculuğun, katılımcılığın tahlilini yapmak kaydıyla Lincoln’ün ünlü ‘halkın, halk için halk tarafından yönetimi’ formülünün değerini koruduğunu hatırlatmakta, Batılı, AİHS’nin başlangıcında da tekrarlandığı üzere ‘siyasi demokrasi’yi, diğerleri gibi ‘birey ve azınlık haklarının güvenceye alındığı çoğunluk yönetimi’ olarak tanımlamaktadır.
Sartori Türkiye’deki amaç-araç tartışmasını da hatırlatır biçimde ‘demokrasinin insan hak ve özgürlüklerini güvenceye almanın aracı olduğunu’ da kaydetmektedir. Anayasa veya kanunlarda atanmışlara bazı yetkilerin verilmiş olması onlara demokratik meşruiyet kazandırmaz.
Yargı egemenliğe ortak
Son yüzyılın önde gelen 12 siyaset felsefecisinden biri sayılan Raymond Aron’ın ifadesiyle ‘atanmışlara kanunla verilen yetkilerin demokratik meşruiyet, bunların seçilmişlerin emir ve direktifleri altında kullanılmasıyla mümkündür.’ 1961 Anayasası’nın demokratik olup olmadığının incelenebilmesi için Batı’nın siyasal demokrasisinin yukarıda özetlenen bilimsel tanım ve ilkeleri esas alınmalıdır. Kısaca demokrasi halkın halk için halk tarafından yönetilmesi amacına uygun biçimde birey ve azınlık haklarını güvenceye almak kaydıyla her türlü düşünceye yarışma imkánı veren, çok partili, periyodik seçimlerle oluşan çoğunluk yönetimidir.
27 Mayıs darbesi, Genelkurmay Başkanı’nı da hapse atan Suriye ve Irak’taki Baas’çı darbelere benzeyen tipik bir cunta hareketiydi. Sonraki gelişmelerin gösterdiği üzere amacı halkın ilk defa 1950’de ele geçirdiği yönetme etkinliğini bürokratik oligarşiye iade etmekti. Bürokrasinin siyasetteki temsilcisi CHP, ideolojik rehber sayıldı.
DP, halktan 1950’de yüzde 53, 1954’de yüzde 58, 1957’de yüzde 48 oy almış, 1961 ve 65’te DP mirasçılarının toplam oyları yüzde 55’i aşmıştı. Darbeci cunta ve destekçileri halkın DP’ye oy veren yarısını ‘düşükler, kuyruklar’ saldırılarıyla fiilen hak ve özgürlükten mahrum paryalara benzetip sindirdiler. Siyasi partiler teorisinin klasik yazarı Duverger’ye göre partiler kamuoyunu temsil ettiği kadar onu yaratır şekillendirirler.
Partilerin en köklü fonksiyonu yeni siyasi elitlerin yaratılması, bu yolla temsil kavramına gerçek anlamının kazandırılmasıdır. Dahl, Sartori ve diğerleri ‘alternatif enformasyon, bilgi kaynaklarının varlığı’nı demokrasinin zaruri şartları arasında zikrederler. Alternatif enformasyon ve bilgiyi parti elitleri üretir, kamuoyunun oluşmasını sağlarlar. Sartori, düşünce ve kanaat özgür değilse özgür seçimin bir şey ifade etmeyeceğini söyler.
Darbeciler DP’yi kapatıp siyasi kadrosunu Yassıada’da trajediye mahkûm etmek suretiyle halkın çoğunluğunu siyasi elitten, dolayısıyla alternatif enformasyon ve bilgi kaynaklarından mahrum kıldılar. Sindirme yöntemi yanında bu yolla da demokratik kamuoyu oluşumu engellendi. Bürokratör oligarşi yanlısı basının desteğiyle enformasyon, haber, bilgi alanı bütünüyle halkın etkinliğine (demokrasiye) karşı olanların işgaline tahsis edildi.
Antidemokratik yapılanma
Despotik propaganda ve beyin yıkama yöntemleriyle siyasette çok sayıda mistik inanç konuları yaratıldı. Yalnızca yaratılan mistik inançları benimseyip, bürokratik oligarşiye destek sağlayanlar aydın ve seçkin sayıldı. Bu ortamı yaratan kadronun, yaratılan bu ortamda demokratik bir anayasa yapması mümkün değildi. Nitekim 1961 Anayasası ile egemenlik halktan, kullanılması parlamentodan alınıp, halkla demokratik bağları ve halka karşı sorumlulukları olmayan DPT, Anayasa Mahkemesi (AYM), yeniden kurulan Danıştay gibi kurumlar vasıtasıyla bürokrasiye devredildi. Bu antidemokratik yapılanma halka demokrasi masalları uydurularak anlatıldı. Maalesef 27 Mayıs’ın yarattığı entelektüel boşluğu doldurma çabasına girilmedi. Bu sebeple kendisi Marksist olan profesör Gülten Kazgan 1988’de Galbraith’in ‘Kuşku Çağı’ tercümesine yazdığı önsözde Türkçeye Marksist literatürün büyük kısmının aktarılmasına karşılık uzun süre Marksist olmayan düşündürücü bir eser tercümesinin yapılmadığını yazmıştı. Bu ortamda demokrasi masallarını sürdürmek zor olmadı. Hukukta ‘kanunlar kötü de olsa hákimler iyi ise adalet zarar görmez’ vecizesi vardır. Gerçekten siyaset ve hukuk alanında uygulamaya esas olan zihniyet anayasa ve kanunlardan daha önemlidir. Darbe ortamında yeni kurulan kurumlar en ileri darbe yandaşlarıyla dolduruldu. 27 Mayıs’ı diğer darbe teşebbüsleri izledi. Türkiye son 50 yılını ‘ibadet yerine şeytan taşlamakla’ geçirdi. Bu yüzden demokratik sürecin devamı halinde gelebileceği kalkınmışlık düzeyinin çok gerisinde kaldı.
61 Anayasası’yla ekonomide halkın etkinliğini yok edecek şekilde Batılı demokrasilerde benzeri olmayan planlama esası ve teşkilatı getirildi ve bürokrasinin hákim olduğu ‘kumanda ekonomisi’ modeli yaratıldı. DP’nin 1959’da katılma başvurusunu yaptığı Ortak Pazar (bugün AB) piyasa ekonomisine dayalıydı. Mehmet Ali Birand’ın Hans von Der Groeben’in yazısından aktardığı, Prof. Muhlis Ete’nin kapalı toplantılarda söylediği gibi, Türk planlaması, Ortak Pazar yolunun ilk engellerinden birisi olmuştu. Ancak dışarıda söylenenleri Türkiye’ye aktarmak mümkün değildi. Tartışma açana ‘zinde kuvvetler’ güruhunun da desteğiyle ‘plancı değil pilavcı’ sloganıyla saldırılıyordu. 1982 Anayasası’yla DPT anayasal olmaktan çıkarılarak ekonomi bir ölçüde demokratikleştirildi.
Parlamentonun yasama yetkisini de bürokrasi direktifine almak amacıyla AYM kuruldu ve halka demokrasinin mutlak şartı olarak takdim edildi. Ancak 960’lı yıllarda Avrupa’nın köklü demokrasilerinden yalnızca Almanya, İtalya ve Avusturya’da AYM vardı. Bunlar da 2. Dünya Harbi sonunda ABD işgali döneminde ABD tarafından muhtemelen ABD yanlısı politikaya destek sağlamak için kurulmuştu.
Hákimler diktatörlüğü
Türkiye Avrupa’nın dördüncü AYM’sini kurarak günümüz ‘hákimler diktatörlüğü’ olgusunun şartlarını hazırladı. 61 Anayasasını diğer kurumlarının da demokrasiyle bağdaşmazlığını kanıtlamak zor değil. Doğru uygulanmış olmasa da 1924 Anayasası 1961’den daha demokratik ve özgürlükçüydü. Halkın egemenliğini gasp imkánı verecek tuzakları yoktu. 68. maddede başlayan hak ve özgürlükler bölümü çok daha başarılıydı. ‘Her Türk hür doğar, hür yaşar. Hürriyet başkasına muzır olmayacak her türlü tasarrufta bulunmaktır. Hukuku tabiyeden olan hürriyetin herkes için hududu başkalarının hududu hürriyetidir’ ifadesiyle hürriyetin devlet tarafından verilmediği tabii hukuktan kaynaklandığı açıklanıyor. Yalnızca başkalarının hürriyetiyle sınırlanabileceği vurgulanıyordu. 88. madde de ise‘Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur’ hükmü vardı. Bu hüküm Türkiye’de dini ve ırkı farklı insanların olduğunu zımnen kabul ediyor, Türklüğü, vatandaşlıkla sınırlı bir adlandırma olarak nitelendiriyordu. 61 Anayasası ise 2. maddesiyle temel hak ve özgürlüklere faşizmi hatırlatan bir zihniyet ve üslupla keyfi sınırlar getirmiş, vatandaşlığı da faşizme yakışan bir üslupla ‘Türk’lükle özdeşleştirmişti.
61 Anayasası 12 Eylül 1980 darbecileri tarafından yürürlükten kaldırıldı. Bu anayasanın demokratik ve özgürlükçü olduğunu iddia edenler bürokratik oligarşinin yandaşları ve halk egemenliğine, demokrasiye karşı olanlardı. Ancak 12 Eylül darbecileri beterin beterini yaptılar, çok daha antidemokratik ve özgürlük karşıtı hükümler ihtiva eden 1982 Anayasası’nı yaptılar. Türkiye’nin darbe rejimlerinin cenderesinden kurtulması için yeni bir anayasaya şarttır. Bu yapılmayacaksa AB’ye uyum ve çağdaşlaşma için 24 Anayasası’nın gerekli değişikliklerle tekrar yürürlüğe konulması düşünülebilir.