Her darbe ardında çökmüş bir demokrasi, yerlerde sürünen bir hukuk, onurunu yitirmiş meclisler bırakarak geldi geçti bu ülkenin üstünden.
Ve elbette küme küme insan enkazları… Parçalanmış, ezilmiş, yerle bir edilmiş bireyler, topluluklar…
Felaketin 15. yılında, yani bugün, bütün bildiklerimizi birbirimize aktararak puzzle’ın eksik parçalarını tamamlıyor ve
“Son Darbe”nin zarar ziyan tablosunu artık çok daha net bir şekilde çıkarabiliyoruz.
Bu çok boyutlu bir tablo… Ekonomik boyutu var; toplumsal boyutu var; siyasi boyutu var; hukuki boyutu var. Ama bir de ahlaki boyutu var ki, ben bu yıldönümü yazısında bunu yazmak istiyorum.
x x x
90’lı yılların ikinci yarısını hatırlıyorum… Türkiye’nin entelektüel hayatında ciddi bir sıçramanın yaşandığı yıllardı onlar. 1994 yerel seçimlerinde Refah’ın yaptığı “kötü” sürpriz üzerine yaşanan travma yerini yavaş yavaş anlama gayretine bırakmıştı. Aynı topraklar üzerinde birbirine yabancı yaşayan iki dünya arasında iletişim kanalları açmaya uğraşıyor; birbirimizi tanıma ve konuşmaya başlama temrinleri yapıyor; empati, hoşgörü, birlikte yaşama söylemlerini dilimizden düşürmüyorduk. O yıllar aynı zamanda “iyi darbe” “kötü darbe” ayrımlarını sorguladığımız, 27 Mayıs’a toz kondurmayan zihniyetle hesaplaştığımız yıllardı. Nihayet demokrasi anlayışımızın derinleştiğini hissediyor, 23’ten bu yana süren bir paradigmayı değiştirebildiğimiz için kendimizle gurur duyuyorduk.
Ne olduysa, Sincan’daki o tankların yürüyüşüyle oldu.
O tanklar sadece Türkiye’nin siyasi hayatına değil, aydınların zihinlerine de balans ayarı yaptı. Aslında en dramatik balans ayarını da o alanda yaptı.
28 Şubat sabahı uyandık ve bir de baktık ki, ilkelerin eskimiş çoraplar gibi çöp kutusuna atıldığı, o zamana tartıştığımız her şeyin unutulup, uzlaştığımızı sandığımız platformların inkâr edildiği bir panik anındayız.
Entelektüel ahlak çökmüş!
Dünün “demokratları”, darbe karşıtları, yüzsüzce “Demokrasinin kendi kendini yok etmesine izin mi verilseydi” diyerek dolaşıyor ortalıkta. İhanetlerinin en fazla farkında olanlar -iç seslerini bastırmak istercesine- en ateşli çığırtkanlığını yapıyor darbecilerin. Oportünizm, çifte standart, demagoji, korkaklık, güçlüye boyun eğme zayıflığı kol geziyor.
Göz yaşartıcı bir manzaraydı gerçekten… Bu manzara “güçlülerin” ilk sendelemelerine kadar böyle devam etti. Ne zaman ki, 28 Şubat’ın bin yıl değil, on yıl bile sürmeyeceği artık iyice belli olmaya başladı, işler sarpa sarar sarmaz beyaz bayrak çekenlerin ufak ufak toparlanmaya ve sindikleri mevzilerden çıkarak karşı mevzilere doğru kaymaya çalıştıklarına tanık olduk. Kimileri büyük bir ustalıkla yaptı bu işi, kimileri ise komik derecede beceriksizce…
28 Şubat’ın en karanlık günlerinin geride kaldığı, tünelin ucunda ışığın ufaktan görünmeye başladığı ve o kriz günlerinde bocalamış, yalpalamış ve hatta yerle bir olmuş nice insanın paramparça olmuş kişiliklerinin parçalarını yeniden bir araya getirmeye çalıştığı günlerde şöyle yazmıştım:
“Kâbus bitti… Karı kocanın, birbirlerine ağızlarına ne gelirse söyledikleri şiddetli bir kavga gecesinin sabahındayız sanki.
Sözde uyumlu bir evliliğin tuz buz olduğu, çirkin çıkar hesaplarının ortaya döküldüğü; yüzlerdeki maskelerin inip tehdit ve şantaj silahlarının çekildiği bir gecenin sabahında, birbirinin yüzüne bakmaya utanan karı kocalar gibiyiz.
Ömür boyu hakkaniyetiyle, adaletiyle, hastane kuyruklarında kimsenin önüne geçmemekle öğünen bir adamın, ilk gerçek hastalığında herkesi omuzlayıp öne geçişine tanık olduk.
Ömür boyu çocuğuna yalan söylememeyi öğreten babanın, işler biraz sarpa sarınca çocuğunun gözü önünde yalan söyleyişini izledik utanç içinde.
Tanrı tanımaz geçinen birinin evinin duvarları hafif bir depremle sarsılmaya başladığında besmele çekmeye başlayışına tanık olduk.
Karı kocanın kavgası bitti… Hasta doktora yetişti, hayati tehlike geçti… Deprem sona erdi.
Ama kriz anında söylenen hiçbir söz, hiçbir davranış geri alınamaz artık. Karı koca bundan böyle hiçbir zaman birbirlerinin gözüne eskisi gibi bakamaz. Önündeki hastayı omuzlayıp öne geçen adam hiçbir zaman başı dik; haktan hukuktan söz edemez. Yalancı baba, hiçbir zaman çocuğunun gözündeki eski baba olamaz.
Kâbus bitti… Ama doğruluk, tutarlılık adına inşa ettiğimiz ne varsa silip süpürerek, onca yıl ortak değer sandığımız ilkeleri tarumar ederek çekip gitti.
Artık hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağız. O yıllar boyunca yapılanları ve söylenenleri unutamayacağız. Hiçbir zaman birbirimizin gözlerine eskisi gibi bakamayacak, birbirimize eskisi gibi güvenemeyeceğiz.
Belki o kâbus dolu günlerde söylediklerimizi ve yaptıklarımızı unutmak ve bir daha hiç anmamak üzerine bir konsensüs kuracağız aramızda. Ama bilinçaltına ittiğimiz suçlarımız bizi kolay kolay rahat bırakmayacak. Siyasetin darboğazında boğazladığımız ilkeler bundan böyle hep ayağımıza dolanacak.
Evet, kâbus bitti, kriz çekip gitti. Ama ardında yaralı bir demokrasi ve ezik bir insan yığını bırakarak…”
On beş yıl sonra bugün etrafıma baktığımda ben hâlâ o ezik insan yığınlarını görüyorum. Kimi pişkin, kimi arsız, kimi mahcup ama gerçekte hepsi ezik entelektüel müsveddeleri…
Hayır, o günleri unutamıyorum ve hiçbirinin gözlerine artık eskisi gibi bakamıyorum.