Devlet çatısı altında görev yapmakta olan FETÖ üyeleri asıl sadakati seçilmiş siyasi otoriteye değil bağlı oldukları dini görünümlü otoriteye karşı sergilemişlerdir. Bu yüzden, kamu bürokrasisinin emir komuta zinciri içinden değil, gruptaki yapılanma içinden gelen talimatlara uymuşlardır. Bu, doğal olarak, onlarla meşru kamu otoritesi arasında bir tür savaş doğmasına yol açmıştır.
15 Temmuz darbe teşebbüsü çeşitli açılardan ele alınabilir ve değerlendirilebilir. Bu açılardan birisi de dini sadakat ve siyasi sadakat çatışması olabilir. Bu yazıda 15 Temmuz’u bu çatışma ekseninde ele almaya çalışacağız.
Birey Fikri ve Liberal Demokrasi
Liberal demokrasiler birey fikri üzerine inşa edilir. Bu anlayışa göre temel ontolojik beşeri gerçeklik, bireydir. Birey, hak ve özgürlük sahibi bir varlıktır. Bu inşanın işaretleri siyasi ve hukuki hayatın hemen her alanında karşımıza çıkar. Mesela, haklar bireylere ait haklar olarak anayasal teminat altına alınmıştır. Demokratik anayasalarda vazgeçilmez ve devredilemez birey hakları tek tek sayılır. Hukukun hakimiyetinin ana hedefi de bireyi hak ihlalleri karşısında korumaktır. Tabii yargıç ilkesi ve masumiyet karinesi de birey temellidir. Buna göre bireyler suç işledikleri iddia edilen anda var olan mahkemelerde yargılanırlar ve her birey suçlu olduğu ispat edilene kadar masumdur. Bireyin suçsuz olduğunu ispat etmesi değil; onun suçlu olduğunu iddia edenin bunu ispatlaması esastır. Suçun şahsiliği de birey temelli bir yaklaşımdır. Buna göre bireyler fiilen işledikleri her suçtan tek tek ve tek başlarına sorumludurlar. Her birey yargılanma esnasında engellenmeksizin savunma yapma veya savunulma hakkına sahiptir. Siyasi sistemde de birey esastır. Genel şartları karşılayan her birey oy verme ve aday olma hakkına sahiptir. Vatandaşların oyları arasında soya sopa veya şahsi durumlara bağlı ayrım yapılamaz. Kısaca, liberal demokrasilerde anayasal sistem bireyi esas alan bir yapılanma gerçekleştirir.
Bununla beraber, bu, sosyolojik olarak bireyleri ailelerden başlayarak kolektif ortamlarda bulunduğu ve kolektivist gruplara üye olduğu gerçeğini görmememizi gerektirmez. Gerçekten, her birey olağan şartlarda bir anne ve bir babanın bulunduğu çekirdek ailelerde dünyaya gelir. Geleneklere bağlı olarak bu aile daha geniş bir ailenin veya aile birliklerinin içine gömülü de olabilir. Bunlar daha ziyade doğuştan gelen ve insanların kontrol gücüne sahip olmadığı kolektif aidiyetlere tekabül eder. Ancak tüm kolektif aidiyetler aynı karakterde değildir. Bazı aidiyetler doğumla alakasızdır ve kişilerin en azından bir ölçüde bilinçli bir tercihine dayanmaktadır. Bunlara sivil toplumun bir parçası gözüyle de bakabiliriz. Bu çerçevede bireylerin aile bağlarının dışında kalan dini veya seküler gruplara üye olması mümkündür.
Bu tür gruplar hemen hemen her ülkede bulunur. Bireyselleşme derecesi bazı toplumlarda diğer toplumlardakine nazaran daha fazla olabilmekle beraber bu tür aidiyetlerin sıfırlandığı, yani tamamen yok olduğu veya yok edildiği hiçbir toplum yoktur. Her toplumda bilinçli tercihe dayanan üyeliklerle dolu kolektivist gruplar vardır.
Türkiye’de Kolektivist Gruplar
Türkiye de bu çerçeveden bakıldığında, kolektivist aidiyetlerin hayli fazla olduğu ülkeler arasında yer alan bir ülke olarak görülebilir. Gerçekten, zaman zaman patlayan olaylar ülkemizde kolektivist aidiyetlerin ne kadar yaygın ve baskın olduğu hakkında bir fikir vermektedir. Mesela aşiret bağları bir ortak kök anlayışına da dayanmakla beraber bir ölçüde bilinçli tercih meselesidir. Dini aidiyetler de bu kapsamda görülebilir. Ülkemizde başta tarikatlar olmak üzere dini aidiyete dayanan gruplaşmalar hayli yaygın. Bunun niye böyle olduğu bir taraftan dini anlama biçimiyle diğer taraftan dini inanç sahiplerinin yüz yüze kaldığı muamele biçimleriyle açıklanabilir. Osmanlı’dan günümüze kalan dini gruplar olduğu gibi cumhuriyet döneminde ortaya çıkan dini gruplaşmalar da vardır. Bu yazının konusu olan ve 15 Temmuz darbe teşebbüsünün faili grup da uzun bir tarihten mahrum olan, 1950’lerde doğmuş olan bir gruptur. Bu grubun ne kadar dini olduğu veya olmadığı elbette tartışılabilir. Ancak Türkiye’de doğmuş olması, mensuplarının genel olarak İslam çerçevesinde varlık göstermesi ve İslami referanslarla konuşması, bu grubun ister istemez İslami bir grup olduğunu veya o şekilde adlandırılabileceğini ve yorumlanabileceğini bize göstermektedir.
İşte bu noktada karşımıza 15 Temmuz darbe teşebbüsünü izah etmede başvurulabilecek bir kavram çıkıyor: Sadakat. Veya daha doğru bir deyişle, sadakat çatışması. Dini sadakatle siyasi sadakatin çatışması ve dini sadakatin siyasi sadakati bastırması veya onun yerini alması. Sanırım 15 Temmuz darbe teşebbüsünü izah etmede bu kavramlar işimize yarayabilir.
Siyasi Sadakat Versus Dini Sadakat
Kuşku yok ki dini sadakat kapsayıcı bir sadakattir. Grubun din anlayışına ve dini yorumlamasına bağlı olarak üyenin tüm hayatını kuşatabilir. Hatta bu sadakatin yapıyı totaliter bir yapılanmaya dönüştürmesi bile mümkündür. Bu durum bazı dini gruplarda gözlemlenebilmektedir. Dinin kapsayışı ve kuşatışı, ne kadar geniş yorumlanırsa grubun üyelerinin dini sadakati hayatlarının hiçbir alanını dışarda bırakmayacak bir şekilde anlaması ve yorumlaması da o derece imkan dahilindedir. Buna, kavramı zorlama pahasına da olsa bir tür “sivil totaliterizm” adı verilebilir. Bu tür gruplarda üyenin hayatı her boyutuyla ve tümüyle kontrol edilir ve grup içi emirlere mutlak itaat esastır.
Diğer taraftan, bir liberal demokraside yaşayan herkes siyasal itaat ile yükümlüdür. Bunun anlamı, demokratik usullerle göreve gelmiş iktidarların yetki alanlarında kalan işlerde tam söz sahibi olması ve insanların hoşlarına gitmese bile bu çerçevede alınan kararlara uymak zorunda olmasıdır. Bu husus bizi doğal olarak devletin yetkileri ve sınırlarıyla ilgili bir tartışmaya götürür. Ancak burada söz sahibi otoritenin genel olarak insan haklarıyla sınırlı olması ve karar alma yetkisinin esas itibarıyla insan haklarına ilişkin olmayan ve çatışan toplumsal taleplerin tezahür edeceği alanlarla ilişkili olması söz konusudur. Bu çerçevede söz gelimi Gezi olayları da bir çatışan toplumsal talepler meselesidir ve insan haklarına ilişkin olmayan bir meselede kamu otoritesinin meşru ve geçerli karar alma hakkına karşı bir isyan hareketidir.
Şimdi, hem bir dini gruba bağlı olan ve hem de aynı zamanda kamu bürokrasisi içinde görev yapmakta olan bir kişinin durumunu düşünelim. Bu kişi kamu görevlisi olması hasebiyle kamu kararlarına uymakla ve riayet etmekle mükelleftir. Ancak, kişinin üyesi olduğu grup siyasilerin alanına ve yetki sahasına giren işlerle meşgul ise ve hatta üzerinde durduğumuz grup örneğinde olduğu gibi seçilmiş siyasi otoriteyle bir çekişme, itiş kakış, hatta savaş içindeyse ne yapacaktır? Üyesi olduğu dini gruptan gelem emirlere mi uyacaktır yoksa kamu bürokrasisi içinde nihayetinde seçilmiş otoriteye kadar uzanan hiyerarşiye sadık kalarak kendisinden amirleri tarafından istenenleri mi yapacaktır? Bu elbette kişi için karar vermesi zor bir meseledir. Burada açıkça dini sadakat ile siyasi sadakat çatışması ortaya çıkmaktadır.
Örneğimizde görüldüğü üzere grup üyeleri bu gibi durumlarda aidiyetini taşıdığı dini grubun talimatlarını yerine getirebilir. Siyasal sadakat ilkesinin yerine dini sadakati ikame edebilir. Dini sadakati siyasi sadakati bastıracak veya bir bakıma siyasi sadakati de aşacak mahiyette görebilir ve yorumlayabilir.
Bana öyle geliyor ki 15 Temmuz vakasının önemli yüzlerinden biri budur. Devlet çatısı altında, kamu bürokrasisi içinde görev yapmakta olan FETÖ üyeleri asıl sadakati seçilmiş siyasi otoriteye değil bağlı oldukları dini veya dini görünümlü otoriteye karşı sergilemişlerdir. Bu yüzden, kamu bürokrasisinin emir komuta zinciri içinden değil, gruptaki yapılanma içindeki hiyerarşiden gelen talimatlara uymuşlardır. Bu, doğal olarak, onlarla meşru kamu otoritesi arasında bir tür savaş doğmasına yol açmıştır. FETÖ’cüler bunu yaparken hemen her seferinde hukuku silah, hukukçuları suikastçı, polisleri ve askerleri tetikçi olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir. Devlet içinde yapılanmaları, onlara mesela PKK’dan farklı olarak muazzam imkanlar ve neredeyse sonsuz hareket kabiliyeti sağlamıştır. Kamu makamlarını, kamu otoritesini ve kamu kaynaklarını grubun hedefleri için seferber etmişlerdir. Başka bir deyişle devlet içinde devlet, iç devlet veya paralel devlet diyebileceğimiz bir yapılanma oluşturmuşlar ve kendi amaçları için bu yapılanmayı seferber etmişlerdir. 15 Temmuz darbe teşebbüsü bu olgunun sonuçlarından yalnızca biridir.
Ne Yapılmalı?
Dini gruplar hiçbir zaman yok olmayacağına, daima var olacağına ve sivil toplumun parçası olarak kalacağına göre gelecekte benzer tehlikelerin önlenmesi için ne yapmak gerekir? Sanırım bu her şeyden önce bir siyasi kültür meselesidir. Dini gruplara üye olan kimseler kamusal meselelerde nihai sözün halkın seçtiği hükümetlerde ve parlamentolarda olduğunu unutmamalı ve buna bağlı olarak kendi içlerinde siyasal sadakati de kapsayacak veya etkisiz hale getirecek türden sadakat geliştirmekten uzak kalmalıdır. Sadakat alanını dini hayat ile sınırlamalıdır. Üyelerine bu noktayı açıkça anlatmalı, buna uygun davranış kodları geliştirmelerini teşvik etmelidir. Diğer taraftan, devlet de sivil toplum alanlarından mümkün mertebe çekilmeli ve bu tür grupların işleyişini insan haklarını genel olarak korumak dışında tamamen serbest bırakmalıdır.
- Kriter Dergisi, Temmuz-Ağustos 2023 / Yıl 8, Sayı 81.