15 Temmuz Kasveti

Kalkışma başlamadan önce – Neredeydim?

13 Temmuz Çarşamba sabahı Kırklareli’ne doğru yola çıkarken niyetimiz, iki gün halamlarda kalmak ve birkaç saatliğine Çerkezköy’e uğrayıp akrabaları ziyaret ettikten sonra Cuma günü en geç ikindi vakti eve dönmüş olmak idi.

Evdeki hesap çarşıya uymayınca Çerkezköy’den çıkışımız gecikti. Sultangazi’de oturan oğlunun yanına gitmek isteyen bir akrabamızın da bize katılmasıyla dört kişi olduk: Ben, annem, babam ve yengemiz.

Mahmutbey gişelerinden çıktıktan sonra akrabamızı bırakacak, ikinci köprü üzerinden Üsküdar’a geçecektik. Önümüzde 130 km’lik bir yol, depoda yeteri kadar yakıt vardı. Buna rağmen babam huzursuzlandı, yol boyunca gözü Total (benzin istasyonu) aradı, rastlamayınca herhangi bir benzinliğe girip 50.-tl’lik mazot aldı. (deposunu sadece Total’de doldururdu)

Sultangazi’den ikinci köprü yoluna çıkınca başlayan sıkışıklığı Cuma trafiğine bağladık. Yol o kadar sıkışıktı ki, belki daha iyidir düşüncesiyle Boğaziçi Köprüsü’ne yöneldik. Fakat burada da durum farklı değildi. Trafik o kadar berbattı ki, yolun üçte ikisini 100 km’de 5 litre ortalama yakıt tüketimi ile geçmişken, dur-kalk’larla ilerlediğimiz kalan üçte birlik bölümdeki ortalama yakıt tüketimimiz 12 litreye çıkmıştı. Trafiğin hâlini varın anlayın gayri.

En son Mecidiyeköy sapağından ve eski Ali Sami Yen Stadı’nın önünden geçtiğimizi hatırlıyorum. Sonra uyumuşum.

İlk emareler

Gözümü açtığımda köprüyü çoktan geçmiş, Kısıklı’daydık. Sivil polis görünümlü birileri yolu çevirmiş, araçları Büyük Çamlıca yoluna sevk ediyordu. Cumhurbaşkanıyla aynı muhitte oturmanın cilveleri deyip sola saptık. Bu sırada tekrar sağa dönüş yolunu kaçırdığımızdan Çamlıca tepesine doğru yol almaya başladık.

Hava güzeldi. Biz de hayli yorulmuş, saatlerdir tuvalete gitmemiştik. Boğaza karşı bir çay içip eve öyle geçelim diyerek Balkon Kafe’ye girdik.

Enfes boğaz manzarasını seyrederken pil seviyesinin kamerayı çalıştıramayacak kadar düşmüş olmasına (sanıyorum %5 idi) üzüldüm. Şarjı %20’ler civarında olan babamın telefonuyla yaptığım birkaç çekim de iyi sonuç vermedi. Bir gün fotoğraf makinesiyle gelirim diyerek seyre devam ettim.

Manzara harikulâdeydi. Köprünün bize göre sol yanı bir ışık hüzmesi içindeydi. Sağ yanı ise karanlıktı. Herkesin Anadolu’ya geçeceği tutmuş dedim, kimse Avrupa’ya gitmiyor!

Biraz daha oturduktan sonra hesabı ödeyip ayrıldık.

Takriben on dakikalık yolumuz vardı. Ancak ne yana sapsak ya tıkalı, ya kapalıydı. Bütün yollar aynı anda nasıl tıkanmış olabilirdi ki?

Sadece anayolları biliyordum. Şarjım %3’e düştüğünden, yol tarifi de alamıyordum. En iyisi levhaları takip etmek ve göz kararı ilerlemek dedik. Sahile inip Çengelköy sırtlarından dolanmayı önerdim.

Beylerbeyi ile Çengelköy arasında, sağ kolda bir benzinlik çıktı yolumuza. Yine Total değildi (Petrol Ofisi idi) ama babamın ihtiyatlılığı tuttu ve bu sefer depoyu dolduracağım dedi. Pompaların her birinin önünde ikişer-üçer araçlık kuyruk vardı. Bu saatte herkesin mi benzini bitmişti?

Derken, sıra bize geldi. Babam aracın dışında deponun dolmasına nezaret ederken, anneme ‘bizi eve atacak kadar yakıtımız varken bu kuyruğa girmenin ne kadar gereksiz olduğu’ndan bahsediyordum. Babam böyleydi işte!…

O sırada, kardeşim aradı. İyi çocuktur ama hep böyle münasebetsiz zamanlarda arar; tuvaletteyken ya da şarjım yokken.

– Şarjım neredeyse sıfır. Birazdan evdeyiz. Seni gidince arayayım mı?

Biradere laf anlatmak mümkün mü?

– Haberleri duydun mu, diye söze girdi.

– Duymadım. Ama on dakika sonra evdeyim. Gidince bakarım.

– Ben sana anlatayım o zaman, demez mi?

– Anlamadın herhalde, şarjım yok. Olanı da sen yiyorsun. On dakika sonra evdeyim. O zaman konuşuruz.

– Babamın da mı yok, oradan konuşalım?

Hangi telefondan devam ettik hatırlamıyorum, ama ne gerek vardı ki bu kadar üstelemeye? Birazdan evde olacaktık nasılsa…

– İki dakika sus ve beni dinle, diye başladı konuşmaya.

Darbe yapıldığını ilk o an kardeşimden öğrendim. Benzinlikteki kuyruğun anlamı buydu demek?

Söylediği ikinci şey, telefonu arabanın çakmağından nasıl şarj edebileceğimiz ve bağlantı kablosunun nerede olduğu idi.

Gerçi o kabloyu kullanmadık ama bu bilginin ne kadar değerli olduğunu, vakit ilerleyip de on dakika mesafedeki eve bir türlü ulaşamayınca daha iyi anladım. Tıpkı olan-bitenden habersiz babamın, depoyu doldurmakla ne iyi ettiğini daha iyi anladığım gibi.

Darbenin ilk anlarında – Sokaklar

Ortada asker yoktu ama girdiğimiz bütün yollar ya trafikten ötürü tıkalı ya da kapatılmıştı. Kapatanlar kimdi? Askerin emrine girmiş sivil polisler miydi? İlk aklıma gelen bu oldu. Öyleyse silahları neredeydi? Tek bir silah ya da tabanca görmedim.

Mütehakkim bir tavır sergilemiyor, daha ziyade ‘buradan değil de, şu taraftan gidin’ babında yol gösteriyorlardı.

Yolu kapatanlar sıradan vatandaş ise, kime hizmet ediyorlardı? Muhakkak ki askere diye düşündüm o an.

Halkı, askerin geçeceği (hatta belki tuttuğu?) ana güzergâhlardan uzaklaştırmaya çalışan bu insanlar, yaşadıkları muhit itibariyle istisnasız bütün seçimlerde Ak Parti’yi desteklemiş, hatta en büyük oy depolarından biri olmuştu. Şimdi çıkmış askere yardım ediyorlardı. Bir ülke, bir halk bu kadar çabuk mu dönerdi? Bir düdük çalmış ve her şey bitmiş miydi?

Yolun kapatılmasının kime yarayacağı, askerin bundan ne gibi bir çıkarı olacağı o an sormayı düşünemeyeceğim kadar uzak sorulardı.

Ana güzergâhların asker geçtikten sonra değil, geçmeden önce kapatıldığını ve amacın darbeci askerlerin duruma hâkim olmasının önüne geçmek olduğunu ancak ertesi gün anlayacaktık.

Bosna Bulvarı üzerinden Ümraniye içlerine yönelirken, babamın telefonu aklıma geldi. % 20’nin altına düşse de, hâlâ şarjı vardı. Konum tespitini ve Yandex’i açıp ilerlemeye devam ettik. Bu, şarjın daha hızlı tükeneceği anlamına geliyordu.

Yandex’in önerdiği rotaların tamamı tıkalı ya da kapalıydı. Önerisi dışında bir yola sapmak zorunda kaldığımızda yeni bir rota hesaplıyor, önerdiği her rota kısa zamanda işe yaramaz hâle geliyordu. Tek yön ya da girilmez levhalarına aldırmadan yol almaya başladık.

Derken Mevlâna Parkı’nın önünde bulduk kendimizi. O civarı biliyordum. Geliş ve gidiş olarak ayrılmış iki ana caddeyi dikine geçmeyi başarabilirsek, ara sokakları takip ederek eve ulaşmak mümkündü. Nitekim öyle oldu. On dakika sonra evin önündeydik.

Babam arabayı park ederken biz, karşı komşunun penceresinden görünen (ama duyulmayan) televizyona bakıyorduk. Aynı apartmanın önünde şaşkın, biraz da korkmuş vaziyette bekleşen birkaç kişi vardı. İçlerinden birine vaziyet nedir diye sorunca, askerler TRT’yi ele geçirmiş, bildiri okutuyorlar dedi ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi, eve girmek lazım diye ekledi.

– Sokağa çıkma yasağı ilan edildiyse, onları dinlememek ve bilâkis sokağa çıkmak lazım, dedim. Boyun eğdiğimiz an kaybederiz!

– Kendi partilileri bile terk etmişken ben niye direneyim, minvalinde birşeyler geveledi.

O saatte ve o şartlarda bu bilgiyi nereden almıştı bilmiyorum, ama konuşacak vakit yoktu. Saate bakmak o an aklıma gelmedi. Fakat sonradan Anadolu Ajansı’ndan öğrendiğime göre, bildiri 00:13’te okunmuş.

Darbeye ilişkin ilk öğrendiklerimiz – Evdeyiz

Bagajdan birkaç parça lüzumlu eşya ile eve çıktık. İlk yaptığımız iş televizyonu açıp vaziyete bakmak oldu. İki-üç dakika içinde bütün haber kanallarını dolaştık. Asker harekete geçmiş, fakat duruma tam anlamıyla hâkim olamamıştı.

Görünüşe göre hareket yeni başlamıştı. Sokağa hâkim olan, kendini güçlü hissettiren kazanır, diğerleri güçlünün tarafına doğru akardı. Kısaca bu darbe durdurulabilecekse, şu birkaç saat içinde durdurulabilirdi.

– Çıkıyor muyuz, dedim babama; çıkıyoruz dedi.

Hâlâ öğle yemeğiyle idik. Bir sonraki öğünümüzü nerede, ne zaman ve hangi şartlarda yiyebileceğimize dair bir fikrim olmadığından “sen birşeyler atıştır, ben de geliyorum” dedim. Böylece babamın kan şekerinin düşme ihtimalini de azaltmış oluyorduk.

Banyo yapacak vakit yoktu. Önümüzdeki bir, hatta birkaç günü nezarethanede geçirme ihtimaline karşı iç çamaşırlarımı değiştim sadece. Hazırda (şarjlı) tuttuğum eski (bar-tipi) telefonumu, radyodan haber dinlemek için kulaklığımı ve boynuma astığım küçük el çantasını yanıma aldım. Keşke bir de bayrak olsaydı diye geçirdim içimden ve bayrağım olmadığı için ilk defa üzüldüm.

Mutfağa geçip tezgâhın üstünde ben de birşeyler atıştırdım: Bir dilim ekmek, iki dilim peynir.

Şarja taktığım akıllı telefonu kapamadan önce, sosyal medyaya yazmayı denedim fakat gitmedi (çok sonra, yani gecikmeli olarak gitmiş).

Çıkmadan önce, otuz-kırk kişilik bir gruba şu kısa mesajı attım:

– Bize en yakın merkez olan Kısıklı’dayım. Darbeye boyun eğmeyeceğim!

Nereye gideceğimizi konuşmamıştık aslında. Fakat bu darbenin asıl hedefinin Erdoğan olduğu/olacağı belli iken başka nereye gidebilirdik ki? Hem de evine üç kilometre kadar yakınken.

Başbakanın açıklama yaptığını az önce duymuştuk. Peki ama Erdoğan nerede idi? Kısıklı’da mı? Niye sesi çıkmıyordu? Yakalanmış mı idi?

Bir yandan bunları düşünürken bir yandan da kapıya yöneldik. Tam çıkacağımız sırada, nihayet sesini duyduk. (Demek o sırada saat 00:26 imiş!)

Halkı meydanlara çağırıyordu. İçim rahatladı: Demek sağ ve özgürmüş! Üstelik tam da yapılması gereken şeyi yapıp halkı meydanlara çağırıyor.

Yollara düşüyoruz – İlk hedefimiz Kısıklı!

Bir hışımla attık kendimizi dışarı. Koşmuyor, fakat seri adımlarla yürüyorduk. Pencereden bakanları el işaretiyle ya da seslenerek sokağa çağırıyor, korna çalarak, bayrak sallayarak yola düşen arabalara selam veriyor, laf atıyorduk. Herkes birbirini tanıyor gibi ve iletişim halinde idi.

Yolda bizimle aynı yöne yürüyen genç bir çifte (belki de kardeştiler) rastladık. Kadın olanı, hem söylenip hem yürüyordu: Askerler bizi mahveder, biz güçsüzüz, silahsızız, ne yapabiliriz ki vs.

Korkmamasını, asıl tehlikenin boyun eğersek yaşanacağını söyledimse de teskin olmadı. Cep telefonuyla birini aradı ve halkın marketlere hücum edip yağmaladığını filan anlattı. Aynı marketin önünden geçtiğimiz halde ben öyle bir şey görmüyordum.

– Korkuyorsan gelme, dedim kıza, git evinde otur, ama kimseyi paniğe sevk etme!..

Biraz daha hızlanıp arayı açtık. Yürüdükçe araç ve insan sayısı artıyordu. Umudun ve başarı ihtimalinin de artması demekti bu. Halkın direnişini kıracak, maneviyatını çökertecek bir hadise vuku bulmazsa, bu kalkışma başarıya ulaşmaz düşüncesi, sanıyorum ilk o sırada oluştu. Ne olacaksa önümüzdeki üç-beş saat içinde olacak, ne olmayacaksa yine o üç-beş saat içinde engellenecekti.

Şu birkaç saat içinde darbenin başarıya ulaşmama ihtimali güçlenirse, gidişatı lehlerine çevirmek isteyen darbeciler, hükümet üyeleri başta olmak üzere toplumda infial yaratacak cinayetler işleyebilir, sokağa dökülen halkı sindirmek için kanlı tedhiş eylemlerine girişebilirlerdi.

Acaba ordu topyekûn mü bu işin içinde idi, yoksa bu bir cunta hareketi mi idi? Bu sorunun cevabı bizim açımızdan önemli olmasa da, kitleler ve basın üzerinde etkili olacağı muhakkaktı. Bir cunta hareketi ise durdurulması daha kolaydı. Buna mukabil aldıkları riskin büyüklüğü ölçüsünde daha kıyıcı olabilirlerdi (Esasen Başbakan, bunun bir cunta hareketi olduğunu açıklamıştı. O an bunu hatırlayamadım. Belki de Başbakanın duruma tam anlamıyla vakıf olmadığını düşündüm)

Can kaybı var mıydı, başka meydanlar/şehirler ne durumda idi? Eve girmemizle çıkmamız arasındaki kısa sürede kulağımıza çalınanlar dışında hiçbir şeyden haberimiz yoktu.

Kâh konuşur, kâh ben bunları düşünürken Kısıklı’ya doğru ilerliyorduk. Koşmadan, ama hızlı adımlarla. Google haritalar üzerinden sonradan ölçtüğüme göre, iki buçuk kilometreden biraz fazla yürümüşüz.

Yol iki taraflı da işlekti: Kısıklı yönüne gidenler ve Kısıklı’dan dönenler. Gidenler, dönenlerden daha çoktu galiba. Ama kimse dönmesin istiyordum. En büyük gücümüz, birlikte hareket etmek olacaktı. Fizikî bir müdahale olmamışken dağılır geri dönersek, kalan bir avuç kişiyi dağıtmak çok daha kolay olmaz mıydı?

Derken, üst taraftan meydana girdik. Meydanı araç girişine kapatan su tankerinin üstüne gençler çıkmıştı. Abdullah Ağa Camii civarında bir yer tuttuk.

Kısıklı Meydanı’nda

Meydan, ara sokaklarına kadar doluydu. Hâlâ da gelenler vardı.

Çıkmadan önce çektiğim kısa mesaja dönen iki arkadaşım oldu. Biri araba ile caddelere çıkmış, diğeri eşiyle birinci köprüde imiş. Köprüdeki durum vahimmiş. Başka yerlerde nasıldı acaba?

Aklıma, haber dinlemek için yanıma aldığım kulaklık geldi. O gürültü içinde birşeyler anlamaya çalıştım. Vaziyetin ne yana meylettiğiyle ilgili bir fikir edinemesem de, polisin ve Birinci Ordu’nun, Meclis’in ve hükümetin yanında durduğunu; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın bu kalkışmayı anayasa ihlâli olarak gördüğünü, siyasî partilerden destek alamadığını öğrendim. Özellikle CHP’nin tutumu çok önemliydi.

Psikolojik üstünlüğü kaybeden darbecilerin fizikî şiddete kayması kaçınılmazdı bana göre. Toplumun ve siyasî partilerin yek vücut halinde durması, kan dökülmesini engelleyemese bile muhtemel bir iç savaşın yolunu kapatırdı. CHP’nin darbeye en önden karşı çıkmasını beklemiyordum ama arka çıkmaması bile çok değerliydi bana kalırsa. Sonradan daha iyi öğrendiğime göre CHP bu görevini hakkıyla yerine getirmiş, hatta saatler ilerledikçe kendisine biçtiğim rolün ötesine bile geçmişti. Bahçeli ise en başından itibaren çok net ve dik durmuştu.

Camiinin minaresinden salâ verilmeye ve duyurular yapılmaya başlanmıştı. Aldığımız ilk ölüm haberi, Acıbadem Muhtarı olduğunu sonradan öğrendiğim bir zâtın (Mete Sertbaş) şehadetiydi sanırım. Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne saldırılmış, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda ölenler olmuştu.

O sırada köprüdeki arkadaşla yaptığım görüşmede durumun daha da vahamet kazandığını, askerin körlemesine ateş ettiğini öğrendim. Ailesi Ankara’da olduğundan, orada olan-bitene dair haber akışı vardı. Atılan bombalardan, dağılan iç organlardan bahsediyordu.

O hengâmede birkaç tanıdığa rastladım. Sadece biriyle konuşabildik.

Köprüdeki durumun kritik olduğu ilan edilince ahalinin bir kısmı köprüye gitmek için yola çıktığından, bu defa meydanın boşalması tehlikesi başgösterdi. Bu tehlikeye karşı uyarılar yapıldı.

Alçak irtifadan uçmaya başlayan uçakların gök gürültüsünü andıran sesleri, bir yerlere bomba atılıyor ya da atılacak havası, salınmaya çalışılan dehşet, bu dehşetin maya tutmaya başlaması, dağılmayın, birarada durun çağrıları. Salâlar, tekbirler. Kalabalığın sanki seyrelmeye başlaması. Bu arada Ak Parti teşkilatından birinin gelip size burada ihtiyacımız var, alandan ayrılmayın demesi. Yine de ayrılanlar olması.

Galiba bu iş bitiyor, dedim. Birazdan alana askerler ya da tanklar girecek. Muhtemelen Altunizade tarafından. Yani benim bulunduğum yerin ters istikametinden. Direnecek miydim? Elbette. Gerekirse ölmek pahasına!

Nezareti aklıma getirmiş ama o âna kadar ölüme hiç ihtimal vermemiştim. Tekrar ettim içimden: Evet, gerekirse ölmek pahasına!…

Herkes giderse, kalan bir avuç insanın ölmesi ne işe yarardı ki? Üstelik Erdoğan, korumaya çalıştığımız o evde bile değilken. Tekrar sordum kendime: Askerler ve tanklar gelirse ve meydanda sadece bir avuç insan kalmışsa, yine de direnecek miydim ya da direnmeli miydim? Elbette. Ölmek pahasına mı?

Bu sefer aynı kararlılıkla evet diyemediğimi hatırlıyorum. Ölümün soluğu insanı nasıl da değiştiriyor! Allahım, beni böyle bir ihtimalle yüzleştirme diye dua ederken, sadece kendimi düşündüğümü kim iddia edebilir ki?

Neyse ki panik hâli kısa sürdü. Göztepe tarafında bir tankın ele geçirildiği, askerlerin derdest edildiği duyuruldu. Alkış sesleri ve tekbirler…

Bir süre sonra, köprünün de ele geçirildiği ve askerlerin teslim olmaya başladığı ilan edildi. Aradan fazla vakit geçmedi, meydana coşkulu bir grup giriş yaptı. Köprüden geliyorlarmış. Her şey yolundaymış. Bu iş bitmiş ve saire.

Köprüde işlerin iyiye gittiği belki doğruydu. Fakat askerler güneş doğduktan sonra (tam olarak 06:40’ta) teslim olmuşlar. Bunu, eve dönünce öğrendim.

Eksik ve abartılı da olsa, gelen bu iyi haber meydanı canlandırmaya yetti. Grubun coşkusu ve morali hepimize sirayet etmişti. Derken, havadis ve salâ duymaya alışık olduğumuz minareden bu defa yükselen ezan sesi: Sabah oluyordu.

Abdullah Ağa Camii’nde bir sabah namazı

Abdullah Ağa Camii küçüktü. Yenileme çalışmaları bir ay kadar önce bitmiş, açılışını Cumhurbaşkanı Erdoğan yapmıştı. Gün gelip, bu caminin bir direniş üssü gibi çalışacağını tahmin edebilir miydi?

Polonya’da da böyle gelişmemiş miydi her şey? Katolik kiliseleri, ceberrut devlet uygulamalarına direnişin başladığı, geliştiği, örgütlendiği başlıca merkezler olmamış mıydı? Dinî müesseselerin sivil toplum içindeki yeri ve önemi bizde hep küçümsenmişti nedense. Varlık ve geleceklerini tehdit altında gördükleri anda insanlar (ki meydana/sokaklara dökülenlerin tamamının dindar veya Ak Partili olduğu iddia edilemezdi) salâ ve tekbir seslerinin yükseldiği camiler etrafında toplanmakta beis görmemiş, tereddüt göstermemişlerdi.

İşin garip tarafı, cemaat kisvesi altında örgütlenen insanların idareyi silah zoruyla ele geçirme girişimini salâ ve tekbirler eşliğinde püskürten bu insanlar, sadece demokrasiyi değil, laikliği de kurtarmış oluyorlardı. Bu saatte bütün bunlar nereden aklıma gelmişti bilmiyorum.

Caminin avlusunda adım atacak yer yoktu. Şadırvana doğru ilerledik. Her musluğun başında üç-dört kişi bekliyor, abdestini alanlar ayrıldıkça sıra yeniden oluşuyordu.

Biz sıra beklerken, imam namaz kıldırıyordu. Üçüncü cemaat olarak biz namaz kıldıktan sonra, bir cemaatin daha oluştuğunu gördüm. Bizden sonra kaç cemaat daha oluştu bilmiyorum. Fakat bana öyle geldi ki, o gün bütün yeryüzünde kılınan sabah namazlarının en makbullerinden biri bu mescitte kılındı. Yahya Kemal’in Süleymaniye için yazdığı şu mısraları (biraz karıştırarak da olsa) hatırladım: Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum/ Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum.

Gün doğarken: İlk gözlemler, son takatler

Hava iyice serinlemişti, üşüyordum. Ortalık aydınlanmış, fakat henüz güneş doğmamıştı. Etrafta ne bir çorbacı, ne çay ocağı vardı. Yemek-içmek değil sadece oyalanmak, bir de üşümemek istiyordum. Dolaşalım mı dedim babama, peki dedi.

Belli etmemeye çalışıyordu ama O da yorulmuştu. Daha evvel sorduğumda “böyle bir günde yorulmayacak da ne zaman yorulacağız” cevabını aldığımdan tekrar sormadım.

Kısıklı Mahalle Muhtarlığı’nın etrafında küçük bir tur attıktan sonra, meydanın bir de diğer tarafını görelim istedik. Geldiğimizden beri meydanın üst yanında idik çünkü.

Meydanın, Boğaziçi (sonradan Şehitler) Köprüsü ve Altunizade girişi bu tarafta olduğundan, tahkimat burada daha kuvvetliydi. İki belediye otobüsü, bir kamyon ve bir kepçe ile yolu kapamışlardı. Otobüslerin içi boş, kapısı açıktı; birine girip oturduk. Üşümem geçmişti.

Biraz daha oturursam uyuyacaktım. Etrafı kolaçan etmek bahanesiyle dışarı çıktım.

Meydanın ortasında özel harekât polisleri vardı. Bütün gece bir cipin içindeydiler. Biri dışarı çıkmıştı şimdi. Yaklaşınca, tepeden tırnağa silahlı olduğunu gördüm. Erdoğan’ın evine vaki bir saldırıyı püskürtmekle görevliydiler besbelli ki.

Resim çektirmek için herkesin yarıştığı bir adam gördüm sonra. Elinde bir asker postalıyla dolanıyordu. Dediğine göre postal, derdest edilen askerlerden birine aitmiş.

Gün biraz daha ilerlemiş, önünden hep geçtiğim, fakat o güne kadar hiç girmediğim Manolya Pastanesi açılmıştı. Her biri bir lokmaya tekabül edecek ufaklıkta sekiz poğaça aldım. Çok daha yüksek bir fiyat ödemeye hazırken dört lira istediler. Fırsatçılık yapmamaları hoşuma gitti. Bu arada ben bir fırsatçılık yapıp tuvaleti kullanıp kullanamayacağımı sordum. Tabiî ki kullanabilirmişim, fakat sıra varmış.

Otobüse döndüğümde babamı uyuklarken yakaladım. Uyuklayan iki genç daha vardı. Poğaçalardan ikisini onlara ayırdım. Dördünü ben yedim galiba, ikisini babam.

Bir süre daha oyalandıktan sonra Memleketi hep biz mi kurtaracağız, biraz da başkaları kurtarsın deyip dönüş yolunu tuttuk. Saat sekize geliyordu.

Koşar-adım gittiğimiz yolu dönerken zorlandığımı, yalpaladığımı, ayaklarımın gitmediğini gayet iyi hatırlıyorum.

Çok şey borçlu olduklarımız

Fırından ekmek alıp eve girdiğimizde annem uyanık mıydı, yoksa kapı sesine mi uyandı emin değilim. Bütün gece dua edip Kur’an okumuş: Fetih suresi, Tebareke (Mülk suresi), Yasin…

O gün ihtilâl nakıs bir teşebbüs halinde kaldı ve tekemmül etmediyse bunda, ülkenin her yanında sokakları dolduran, meydanlara dökülen, çarpışan, şehit olan, yaralanan veya çarpışmaya, ölmeye ve yaralanmaya hazır olduğu halde bu hangâmeden sağ-salim çıkmış insanlar kadar, dualarıyla onları destekleyen annem gibi milyonlarca vatanseverin de payı var.

Şapkasını alıp gitmeyen, direnen ve halkı direnmeye davet eden iş başındaki siyasetçiler kadar, onların sesini bize duyurmak için büyük riskler alan basın-yayın organlarının;

Bu teşebbüsü, Erdoğan’dan ve Ak Parti’den kurtulmak için fırsat telakki etmeyen muhalefet parti ve liderlerinin;

Darbeci generali alnının çatından vurduktan sonra şehadet şerbetini içen Ömer Halisdemir başta olmak üzere canlarını ortaya koyarak görev yapan asker ve polislerin;

Darbenin başarıya ulaşmaması ve halkın mukavemetini artırmak için bütün imkânlarını seferber eden belediyeler ile sivil toplum kuruluşlarının;

Zaten bizim olan camileri yine bize açarak moralimizi her daim yüksek tutmaya çalışan din görevlilerinin;

Darbecilerle dolu otobüsüyle çıkmaz sokağa girerek onlara vakit kaybettiren İETT şoförünün,

Bir tek vidayı sökmek için uğraştığı bir buçuk saat boyunca televizyonların yayında kalmasını sağlayan TÜRKSAT teknisyeninin,

Elinden hiçbir şey gelmedi ya da gelmiyorsa, darbeden ve darbecilerden kalbiyle buğz edenlerin ve içinden “keşke başarıya ulaşsalardı” demeyenlerin…

Kısacası bir parça vicdan, namus ve ahlâk sahibi olan herkesin bunda payı var.

Bu başarıda pay sahibi olmak için ille Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak ya da Türkiye’de yaşamak gerekmiyor.

Kendi vatandaşlarımızdan bir kısmının göstermediği ya da utanma pazarı gösterdiği feraseti (başarısız bir darbeyi kimse desteklemez çünkü) bu ülkede misafir olarak bulunan Suriyeliler ile, çok farklı coğrafyalarda yaşayan ve yolu Türkiye’ye hiç düşmemiş, düşmeyecek olan vicdan sahipleri gösterdiler.

Demokrasinin ve demokratik bir ülkede yaşamanın ne anlama geldiğini bilmeyen bu insanlardan bir kısmının bu elim hadiseye verdiği tepkiyi, demokrasinin kitabını yazmakla övünen devletler ve bu kitabı pek iyi bildiğinden dem vuran aydınlar gösteremedi.

Bundan gayri hiçbir ülkeye ya da şahsa karşı ezik hissetmeyelim kendimizi.

Hiç kimse ya da zümre tarafından değil, bizzat sizin, benim, bizim tarafımızdan korunmaya, kollanmaya ve geliştirilmeye muhtaç, bir çiçek gibi sulayıp serpilmesini günbegün izleyeceğimiz nur topu gibi bir demokrasimiz var artık.

Bu başarı hepimizin!…

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et