12 Eylül, Militarizm, Kemalizm, Sosyalizm

12 Eylül 1980 Türkiye’nin yakın tarihindeki, en azından son yarım yüzyılındaki, en karanlık dönemi temsil eden bir tarihtir. 40 yıl önce bugün ordu yönetime el koyarak seçimle işbaşına gelmiş sivil hükûmeti devirdi, ulusal egemenliğin tek doğrudan temsilcisi olan parlamentoyu feshetti, demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partileri kapattı, parti liderlerini, milletvekillerini ve binlerce insanı tutukladı, onlarca insan idam edildi, onlarcası insanlık dışı işkenceler altında öldürüldü, binlerce insan on yıl kadar yurt dışında mülteci olarak yaşamak zorunda bırakıldı.

O günleri hatırlayınca, bir süre önce kendilerine “aksaçlılar” diyen bazı kişilerin Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu duruma ilişkin sözlerine “Görüp geçirdiklerimize dayanarak söylüyoruz: Ülkemiz bugüne kadar böylesine koyu bir karanlık, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, toplumsal doku çürümesi, dünyada yalnızlaşma, itibarsızlaşma yaşamamıştı.” diyerek başlamalarını insan nasıl yorumlayacağını bilemiyor doğrusu. Herhalde burada birçok faktör ve oldukça karışık duygu durumları söz konusu. Siyasi nefretin insanın gözlerini kör etmesi, hafızasını dumura uğratması, sağduyusunu yok etmesi ve akıl sağlığını bozması ilk akla gelen oluyor. “Görüp geçirdikleri” 12 Eylül askeri diktatörlük döneminde yaşananlar ile günümüzün kıyas kabul etmez olduğunu aslında (herhalde) gayet iyi bildikleri halde muhtemelen böyle söylemeyi “gerekli ve kabul edilebilir” bulmaları, onların (en azından ezici çoğunluğunun) bağlı oldukları Kemalist ve Marksist ideolojilerin ve siyasetlerin önemli ve ayrılmaz bir unsuru olan göreceli ahlak anlayışının bir sonucu olsa gerek. Fakat sonuç korkunç: 12 Eylül’ün o zifiri karanlık dönemini sağ salim atlatabilmiş bu insanlar, yaşlarının kendilerine kazandırmış olması gereken olgunluktan böylesine uzak, böylesine düşüncesizce ve fütursuzca bir ifadenin işkenceler altında öldürülen, sakat kalan birçok arkadaşlarının, yoldaşlarının anısına hakaret olduğunun muhtemelen idrakinde bile değillerdi herhalde 251 vatandaşımızı katleden darbecilerin ve teröristlerin bile “susma hakkımı kullanıyorum” diyebildiği günümüzde Türkiye’nin 12 Eylül döneminden daha karanlık bir dönemi yaşadığını söylerken…

12 Eylül 1980 darbesinin 40. yıl dönümünde önemle not edilmesi gereken noktalardan biri de bu ülkenin siyasal yaşamında askeri darbelerin kapısının 27 Mayıs 1960 darbesiyle açıldığı gerçeğidir. Halkın oylarıyla seçilmiş başbakanın ve iki bakanın idam edildiği bu darbe – ve onun dikte ettiği 1961 anayasası marifetiyle– Türkiye’de asker-sivil bürokratik oligarşinin diktasının hüküm sürdüğü, sivil siyaset üzerinde ordu-yargı bürokrasisinin vesayetinin tesis edildiği, güdümlü bir parlamenter rejime geçildi. Bizzat kendilerinin de açıkça söyledikleri üzere, bu sistemde seçilmiş meclis ve hükûmet üzerinde Milli Güvenlik Kurulu’nun konumu Doğu Bloku ülkelerindeki komünist parti politbürosunun konumuna benziyordu.

Bu ülkede uzun bir Tek Adam – Tek Parti Diktatörlüğü döneminden sonra 1946-50’de yeniden başlayan çok partili demokrasi hayatında karanlık bir dönüm noktası oluşturarak askeri darbeler geleneği başlatan ve militarist vesayet rejimi tesis eden 27 Mayıs askeri darbesinin ve 1961 anayasasının Marksistlerin, sosyalistlerin, komünistlerin büyük bölümü tarafından “ilerici” özellikler taşıdığı söylenip bunun öne çıkarılması da ilginçtir. Burada herhalde bir yandan Kemalist ve Marksist ideolojilerin ve siyasetlerin halkın çoğunluğunun iradesini temel almak yerine silahlı darbelere bel bağlamak gibi bir ortak paydaya sahip olmaları, bir yandan da başta Türkiye Komünist Partisi (TKP) olmak üzere Marksist, sosyalist ve komünist hareketin 1920’lerden beri Kemalist iktidar tarafından sık sık “kullanışlı budalalar” olarak kullanılması söz konusu.

Özünde egemenliğin Osmanlı aristokrasisinden (hiç de millete değil) Osmanlı bürokrasisine geçtiği Kemalist Cumhuriyet yöneticileri I. Dünya Savaşı’nın galibi Batılı devletler ve özellikle Britanya ile pazarlıklarında dışarıda Bolşevik Rusya ile ilişkileri bir koz olarak kullanırken, bu uluslararası ilişkilere paralel olarak, içeride Türkiye Komünist Partisi’ne karşı bazen “kötü polis”, bazen “iyi polis” şeklinde davranıp komünistleri, sosyalistleri yeri geldiğinde acımasızca katletmiş (örneğin, 1921’de Mustafa Suphi ve arkadaşları, 1948’de Sabahattin Ali) ya da zindanlarda çürütmüş (örneğin, Türkiye’de ömrünün çoğu cezaevlerinde geçen Nazım Hikmet), yeri geldiğinde çeşitli şekillerde ve derecelerde “tolerans” göstermiştir. Kemalizm karşısında “kötü polis” rolünde gördüğü zamanlarda komünistler, sosyalistler ona “faşist diktatörlük” deyip mücadele etmeye çalışmış, “iyi polis” rolünde gördüğü zamanlarda ise “ilerici, anti-emperyalist” yanlarından bahsetmeye başlayıp ve bunu ön plana çıkarıp ona yaranmaya çalışarak yandaş olmuşlardır. Marksistlerin, komünistlerin, sosyalistlerin bu şekilde Kemalizm tarafından “kullanışlı budalalar” olarak kullanılmasının örneklerinden biri, Şeyh Said ve Dersim gibi “Kürt isyanları” sırasında bunları “ilericilik–gericilik” meselesi olarak görmek suretiyle o sırada “ilerici, anti-emperyalist” olarak tanımladıkları Kemalist rejimin katliamlarını destekler konuma düşmeleridir. Fakat sonradan bunun hata olduğu sonucuna varmaları onların Kemalizm tarafından “kullanışlı budalalar” olarak kullanılmaya devam etmesine daha sonra da mani olmamıştır.

II. Dünya Savaşı sona ererken oluşan yeni uluslararası düzende Türkiye’nin yerini ABD’nin başını çektiği Batı Bloku ve NATO olarak belirleyenin CHP’nin Tek Adam – Tek Parti iktidarı olduğu; Kore’ye asker gönderilmesinin, TKP’ye karşı “1951 tevkifatı” vb. anti-komünist kampanyaların işbaşındaki hükûmetin CHP ya da DP olmasına bağlı değil, bu “devlet kararı” sonucu olduğu belli olduğu halde; Türkiye Komünist Partisi’nin, Nazım Hikmet gibi komünistlerin, sosyalistlerin “Amerikancı Bayar-Menderes diktatörlüğüne karşı mücadele” şeklinde bir söylem tutturarak 27 Mayıs askeri darbesini destekler ve dolayısıyla bir kez daha Kemalizm için “kullanışlı budalalar” konumuna düşmesi işte bu uzun zincirin bir halkasından ibarettir.

27 Mayıs darbesinin sonucunda getirilen 1961 anayasası ile bir yandan sivil siyaseti güdümü altına alan bir militarist vesayet rejimi tesis edilirken, bir yandan da Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) gibi örgütler vb. ile Marksist, sosyalist, komünist çevrelere görece özgürlük tanınmış olması da Kemalizmin duruma göre “kötü polis” ya da “iyi polis” rolü oynayarak bu kesimi “kullanışlı budalalar” olarak kullanması ile örtüşmekte olup 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca böylesi bir işlev görmüşe benzemektedir. Nitekim 1961 anayasası ile “verilen hak ve özgürlükler” sayesinde sosyalist hareketlerin güçlenmesi (elbette başka şeylerin yanı sıra) objektif olarak demokratik istikrarın sağlanmasını güçleştirip sivil siyasetin hep kırılgan olması, dolayısıyla asker-sivil bürokratik oligarşinin sistemin en güçlü unsuru olarak gerek duyduğunda kolayca darbe yapılabilmesi için kullanılmıştır. 12 Mart 1971 darbesi öncesinde TİP yönetimi bu oyuna gelmemeye çalışırken, TKP’nin Kemalizme daha yakın duran bir kesiminin gayretleriyle gençlik hareketi (Fikir Kulüpleri Federasyonu) bu partiden koparılıp Dev-Genç adını alarak askeri darbe oyunlarına alet olmuş, bu yolda yarı-Marksist, yarı-Kemalist gençlerin kanları ve canları adeta askeri mühimmat gibi harcanmıştır.

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde ise bu kez TKP’nin yurt dışındaki kadroları ülke içinde doğrudan örgütlenme yoluna giderek, özellikle DİSK aracılığıyla, 1960’lı yıllardaki TİP benzeri bir güç kazandığında bu durum değişmeyip  siyasi istikrarsızlık artmış, şiddet ve terör olayları iyice tırmanmış ve böylece 12 Eylül 1980 askeri darbesi için elverişli koşulların oluşması mümkün olmuş, üstelik bu kez ülkede 1971’dekinden çok çok daha fazla sayıda insanın hayatına mal olan bir terör ortamı yaratılmıştır.

20. yüzyıl boyunca bu şekilde defalarca tekrarlanan bu “Kemalizmin kullanışlı budalaları” olma halinden söz konusu kesimin büyük bölümünün hala bir türlü ders çıkaramamış olması da ilginçtir. Kemalizm ile “Stockholm Sendromu” benzeri bu ilişkiyi sürdürmekte ısrarlı bu kesimden üstelik 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumunda “Evet” oyu kullanan eski yoldaşlarına, yol arkadaşlarına çeşitli vesilelerle “Yetmez Ama Evetçi Kullanışlı Budalalar” suçlaması yöneltilebilmektedir.

Oysa 10. yıl dönümünde olduğumuz 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu bu ülkede askeri darbeler geleneğine nihayet bir son verilmesinde tarihi bir dönüm noktası oldu. 12 Eylül 1980 darbesini yapanların yargılanması dahil, bir dizi demokratik değişimin yanı sıra, bu referandumla başlayan süreç sonucunda bugün Türkiye, ordu üst bürokrasisinin hakim olduğu Milli Güvenlik Kurulu’nun devletin yasama, yürütme ve yargı organlarının üzerinde konumlandığı, genelkurmay başkanının basın toplantısı düzenleyerek seçilmiş sivil hükûmete parmak sallayıp talimatlar verdiği, çeşitli meslek gruplarının temsilcilerini (yargı, akademi, basın vb.) toplayıp “brifing” adı altında hizaya soktuğu, dolayısıyla ülke vatandaşlarının genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının isimlerini ezbere bildikleri noktadan demokrasinin gelişmiş olduğu tüm ülkelerdeki gibi ordunun siyaseti siyasetçilere bırakıp kışlasına (asli görevine) çekilip Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandığı ve doğal olarak ülke vatandaşlarının artık bırakın kuvvet komutanlarını, genelkurmay başkanının ismini bile ezberlemek durumunda kalmadığı bir noktaya geldi.

Yine 12 Eylül Anayasa Referandumu ve onu izleyen demokratikleşme ve sivilleşme süreçlerinin sayesindedir ki 15 Temmuz 2016 darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Elbette zamanlamasının erkene alınmasına yol açan gelişmeler, öncesinde elverişli zemin hazırlanmasındaki görece zayıflık, yeterli toplumsal destek bulunmaması ve “emir-komuta zinciri” içinde olmaması gibi bir dizi faktörün yanı sıra (ki bunların harekat saati dışındaki tümü 27 Mayıs 1960 darbesi için de söylenebilir), bu son darbe girişiminin başarısız olmasında belirleyici etken, karşısında seçilmiş sivil iktidarın kararlı duruşunu ve canı pahasına sokaklara dökülüp direnen halkı bulmasıydı ve 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumunun ve onu izleyen süreçlerin bunda büyük payı vardı.

Bazıları hiç değişmese de Türkiye bugün artık çok değişmiş, demokrasisi de tüm sorunlarına ve eksikliklerine rağmen geçmişe göre çok daha gelişmiş durumda. Sembolik bir örnek olarak, 1990’lı yıllara kadar komünist partinin yasak olduğu, Ş harfini orak çağrışımı yaptıracak şekilde yazan birinin komünizm propagandasından içeri atıldığı bu ülkenin 81 il merkezinden birinde, Dersim’de halkın seçtiği komünist belediye başkanı görev yapmakta. Tabii gerek PKK gerekse FETÖ gibi terör örgütleriyle ilişkisi olduğu gerekçesiyle bazı belediye başkanlarının görevden alınıp yerine kayyum atanması gibi, Mayıs 2013’teki Gezi Olayları, Temmuz 2015’te PKK’nin “devrimci halk savaşı” adını verdiği terör eylemlerine yeniden başlaması ve Temmuz 2016’daki FETÖ askeri darbe girişimine bağlı olarak klasik güvenlik-özgürlük ikileminde yaşanan ağırlık kaymasına bağlı sorunlar Türkiye’de demokrasinin arzu edilen düzeyin hala gerisinde olduğuna işaret ediyor. Nasıl bardağın sadece dolu tarafını görmek de, sadece boş tarafını görmek de doğru değilse, 12 Eylül 1980 darbesinin 40. ve 12 Eylül 2010 anayasa referandumunun 10. yıl dönümünde Türkiye’de demokrasinin durumunu da böyle görmek ve bir yandan kat edilen yolu takdir ederken, bir yandan bu yolda yürümeye devam etmek gerekiyor.

Sadi Yumuşak
12 Eylül 2020

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et