Eğer “zorunlu din dersleri insan haklarına aykırıdır” demiş olsaydım, sanırım çoğu okuyucu bu kadar şaşırmayacaktı. Ama, bu başlıktaki hüküm bana ait değil. Aslında hükmü veren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM). Tabii ki Mahkeme bunu matematiksel bir kesinlikle söylemiyor. Lakin aynı AİHM matematiksel bir kesinlikle şunu söylüyor:
Özetle karar, Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim ve öğretim işlevini yerine getirirken Alevi inancına yeterince yer vermediği ve Sünni indoktrinasyonu yaptığı gerekçesiyle, Alevi ana-babanın dini ve felsefi inançlarına saygı göstermediği tezine dayanıyordu. Mahkeme’nin bu mantığıyla, ki doğru bir mantıktır, başörtüsü de savunulabilir, çünkü başörtüsü azımsanmayacak bir çoğunluk için dini inanç gereğidir. Aynı mantıkla zorunlu matematik derslerinin insan haklarına aykırı olduğu da savunulabilir. Şimdi, başörtüsü savunulabilir dediğim zaman Mahkeme’nin Türk üniversitelerindeki başörtüsü yasağını onaylayan kararı ile, bu kararın çelişkisini nasıl izah edebiliriz diye sorabilirsiniz. İster bunu AİHM’nin tam bir mahkeme, özellikle de gelişmiş bir insan hakları mahkemesi olmadığı savıyla izah edin; isterseniz AİHM’nin “azınlık” kitlelerin haklarının ihlaline daha fazla duyarlı iken, “çoğunluk” kitlelerin haklarının ihlallerine aynı derecede hassasiyet göstermediği şeklinde yorumlayın; veya Avrupa’nın hâlâ İslam’ı ötekileştirmesinin ve 11 Eylül sonrası konjonktürün yansıması şeklinde açıklayın. Hepsi olasılık dahilindedir. Peki matematik derslerinin zorunlu öğretiminin, insan haklarına aykırılığı nasıl ileri sürülebilir? AİHM, 9 Ekim 2007 tarihli kararında okulda öğretilen her dersin az çok felsefi bir inanç yönü olabileceğini de vurgulamaktaydı. Dolayısıyla matematiğin de bir felsefi yönü olabilir ve bu da bazı ana-babaların dini değilse de felsefi inancını, dolayısıyla temel insan haklarını, ihlal edebilir.
ETİYOPYA BİLE DAHA BAŞARILI
Burada uzun uzun AİHM kararlarını ve zorunlu eğitim ve öğretimi eleştirecek değilim. Şüphesiz Alevilerin ya da başörtülülerin mağduriyetinin bizatihi eğitim ve öğretimin devlet tarafından tekelleştirilmesi ve zorunlu tutulmasıyla bağlantısı önemsiz değildir. AİHM’nin bahse konu kararı hangi dersin zorunlu olmasından ziyade, derslerin içerik ve verilişinin demokratik çogulculuğa ve çocuğun vasisi olan ana-babanın beklentilerine uygun olmasına işaret ediyor. Aslında, ahlaki ve felsefi olarak zorunlu eğitimi bireyin özgürlüğüne bir müdahale olarak addetsem de, tartışmak istediğim konu çocuğumun vesayetine sahip bir ebeveyn olarak eğitim hususunda devletten beklentim. Çünkü ülkemizde eğitim konusunda pratikte her gün yaşadığımız sorunlar var. Dahası çoğu anne-baba mevcut eğitimden memnun değil. Mesela, yurtdışında ders vermiş bir arkadaşım Türk öğrencilerin, üniversiteye kadar 8-9 sene İngilizce dersleri görmesine rağmen, İngilizceyi yeterince öğrenememelerinden şikâyetçi. Etiyopyalılar bile bu konuda daha başarılı dedi. Benim kişisel tecrübem de aynı yönde. Eminim bazılarımız, bırakın İngilizce öğrenmeyi, Türkçe okuma-yazma düzeyinin düşüklüğünden yakınacaktır. Başka bir sorun çocuklarımızın okulu sevmemesi. Okula gitmeden önce okula gitmek için can atan küçüklerimiz, başladıktan 1-2 sene sonra artık okulları sevmiyorlar. Hatta bunu ebeveynler de kabullenmiş durumda. Okul tabii ki sevilmez diyoruz, çünkü orada otorite var. Sanki öğrenme süreci için illa ki otorite gerekirmiş gibi. Bunları uzatmaya gerek yok. Şimdi bir ebeveyn olarak eğitim ve öğretim konusunda devletten beklentilerimi ve dolayısıyla önerilerimi aktarmak istiyorum.
Öncelikle Tük milli eğitiminin en büyük sorunlarından birisi indoktrinasyonun çok baskın olması. AİHM din derslerinin Sünni indoktrinasyonu içerdiğini söylüyordu. Bu doğru. Ama kanaatimce daha önemli sorun resmi milliyetçilik indoktrinasyonu. İmdi, bütün ulus-devletler eğitim işlevlerini yerine getirirken belli bir indoktrinasyon yapar diyebiliriz. Lakin, ülkemizde indoktrinasyon şekilci bir sembolizmle yapılıyor. Bunun iki türlü sakıncası var. Birincisi, ters tepiyor ve bizatihi indoktrine edilmek istenen değerleri banallaştırıyor. İkincisi, aşırı indoktrinasyon ve şekilcilik; analitik ve eleştirel idrak becerilerinin gelişimini engelliyor. Bu durumda yapılacak olan indoktrinasyonu, hele hele şekilci halini, bırakmaktır.
İkinci önemli sorun eğitimin kutsanması. Eğitim kutsanınca bir yandan beklentiler çok artıyor, diğer yandan da kutsiyetin getirdiği stres ve baskı ile yanlış yapma ihtimali artıyor. Eğitimin kutsanması okulu; evden, sokaktan, hayatın diğer alanlarından ayrı ve özel bir yer yapıyor. Buna eğitimin kutsanmasının getirdiği “ciddiyet”i eklediğiniz zaman, koşa koşa okula giden küçükler kısa zamanda okuldan neredeyse nefret etmeye başlıyorlar. Bu durumda yapmamız gereken, eğitimi hayatın olağan aktivitelerinden birisi haline dönüştürmek ve okulu da, ev ve sokağın devamı olarak nitelemek. Aslında, günümüzdeki şehirleşme ve bloklaşma düzeyi ile artık çocuklarımız bizim bir zamanlar sahip olduğumuz sokağa bile sahip değiller. Öyleyse, özellikle başlangıç yıllarında, okulu eğlenceli bir yer haline getirmemiz daha bir önem arz ediyor. Mesela, okula başlama yaşını 4,5-5’e çekip, ilk 2-3 yılı eğlenceli aktivitelere hasredebiliriz. Bu aktiviteleri sonraki yıllarda da yok etmezsek, bakın o zaman çocuklarımız okulu nasıl severler.
ON DERS YERİNE BEŞ OLSUN, TAM OLSUN
Üçüncü olarak değineceğim problem, çocuklarımıza belli becerileri kazandırmaktan ziyade, onlara çok fazla ders, yani bilgi vermeye çalışmamız. Ders verdiğim bölümde bir üniversite öğrencisinin ortalama ders yükü 5’tir. İlköğretim 7. sınıftaki oğlum ise 10 ders alıyor. Böylesine yüklü bir müfredat anlamlı değil. Öğrencilerimizi ham bilgilerle doldurmanın gereği yok. Bir ebeveyn olarak benim olmazsa olmaz gördüğüm dersler şunlar. Öncelikle matematik. Evet yazının başlığının hilafına matematik. Çünkü matematik demek soyut düşünme mantığını kavramak demektir. Bence belli bir matematik formasyonuna sahip değilseniz, bırakın mühendis olmayı, iyi bir şair bile olamazsınız. Lakin, matematik dersinin bir sürü sembol, işlem, kavram ezberiyle bir tür hamallığa dönüşmemesi gerekir. Ne yazık ki, matematik eğitimimiz böyle, bunun için de çoğu öğrenci matematiği sevmiyor. Halbuki matematiğin sembollerle soyut düşünme mantığını kazandırması ana amaç olmalı.
İkinci olarak Türkçe okuma-yazma. Bir kere, Türkçe derslerinin, sıkıcı gramer bilgilerinin tasallutundan kurtarılması gerekiyor. Bir insanın, eğer filolog olmayacaksa, anadilinin gramerini bilmesine gerek yoktur. Türkçeyi ve aslında herhangi bir dili, iyi öğrenmenin yolu kanaatimce o dilin klasiklerini okumaktır. O zaman Türkçe derslerinin okuma-yazma idrakini (comprehension) geliştirecek şekilde yürütülmesi gerekir. Bunun için de eğlenceli okumalarla başlanmalı. Çocukların isteklerine göre yazma egzersizleri yapılmalı.
Üçüncü ders, erken yaşlardan itibaren öğrencilere anadil dışında bir lisan öğretmeliyiz. Günümüzde bu, çoğu anne-baba gibi benim için de İngilizcedir. Lisan öğretimini çağdaş dünyada bilinen teknik ve yöntemlerle yapmalıyız ki, üniversite çağına gelen bir Türk öğrencisi de ortalama bir İngilizce düzeyine sahip olsun. Dördüncü ders olarak önerim, öğrencilerin ilgi ve becerisine göre resim, müzik veya spor gibi dallar. Bunlar bir yandan öğrencinin değişik beceriler kazanmasına vesile olurken, diğer yandan da okulun sevilmesini sağlayabilir. Bence ilköğretimin ilk kademesi için (1-5. sınıflar) bu 4 ders yeterli. İkinci kademede buna temel sosyal ve fen bilimleri eklenebilir. Yani öğrenciler oğlum gibi 10 ders değil en fazla 5 ders almalı. Son olarak, çocuklarımızın eğitimi için okulları daha sevimli çocuk-dostu bir hale getirmek ve öğretmenlerimizi iyi yetiştirmek gerekiyor. Ülkemizde yaygın olan, bir “otorite” figürü olarak öğretmen anlayışını terk etmeliyiz. Nasıl ki bugün anne-babaların çocuklarına arkadaş olmalarından bahsediyorsak, bir “arkadaş” olarak öğretmen anlayışını okullarımızda hakim kılmalıyız.
Zaman, 04.10.2009