Dünya nüfusu uzunca bir süre artmadı. Birleşmiş Milletler tarafından yapılan hesaplamalara göre; M.S. 1’de dünya nüfusu 300 milyon civarındayken yaklaşık bin yıl sonra dünya nüfusunun yine bu civarda (310 milyon) olduğu görülmektedir. M.S. 1500 yılına gelindiğinde dünya nüfusu ancak 200 milyonluk bir artış gösterebilmiştir. Sanayi devriminin yaşandığı 18. yüzyılın ortalarından itibaren dünya nüfusunda da bir artışın yaşandığı gözlenmektedir. Örneğin, 1750 yılında 790 milyon olan dünya nüfusu, 100 yıl sonra (1850) 1 milyar 260 milyona çıkacaktır. M.S. 1 ilâ 1500 yılları arasında ancak 200 milyon artan dünya nüfusu, 1750 ilâ 1850 yılları arasında 470 milyon kişi artmıştır. Ondan sonraki dönemde dünya nüfusu hız kesmeden artmaya devam etmiştir. Dünya nüfusu, 1950’de 3 milyarken, 1999 yılında 6 milyara ulaştı, yaklaşık kırk yılda ikiye katlandı. ABD Nüfus Bürosu’nun son tahminlerine göre dünyadaki nüfus artışı, biraz yavaşlasa da, 21. yüzyılda da devam edecektir. Buna göre dünyanın nüfusu 2045 yılında 9 milyara ulaşacaktır. Kırk altı yılda, bugünkü dünya nüfusunun yarısı kadar bir artış olacaktır. Bu açık gerçek şunu gösteriyor: İnsanoğlu, bundan 2000 yıl öncekinden daha fazla alanda yerleşmek ve dolayısıyla yapılaşmak zorunda.
Depremlerin olmasına mani olamadığımızı artık biliyoruz. Ama bu depremlere dayanıklı yerleşim yerleri oluşturma konusunda oldukça uzun bir tarihi tecrübe elimizin altında duruyor. Türkiye’nin neresine gidersek gidelim bir uygarlık hazinesiyle karşılaşmak mümkün. Her yörenin, doğal afetlere karşı hayatta kalma tecrübesi geliştirdiği anlaşılıyor. Üstelik bu tecrübeye dayalı bilginin bazıları oldukça basit. Örneğin, dere yatağına yerleşilemeyeceği oldukça eski dönemlerde anlaşılmış görülüyor.
Bu tarihi tecrübeye bir de son iki yüzyıldır doğal afetleri anlama ve onlarla baş etme konusunda edindiğimiz bilimsel bilgi birikimi de eklenince, doğal afetlerle mücadelede sığınılacak bir bahane kalmıyor. İlgili literatürde “depremcik” diye ifade edilen depremler başta kamusal yapılar olmak üzere yapı stokumuza büyük hasarlar veriyor, insanlar sokaklara dökülüyor, basın-yayın organları da filanca yerde bir deprem olduğundan filan söz ediyor.
Hızla çoğalıyoruz
Dünya nüfusu azalmıyor, artıyor. Doğal afetler ise birlikte yaşamak zorunda olduğumuz olgular. Şu halde yerleşme ve yapılaşma tarzımızı doğal afetlere uyarlamak zorunda olduğumuz açık. Bir başka seçenek de doğa olaylarına meydan okumak. Ama bu meydan okumaların tarihte ne tür felaketlere yol açtığı biliniyor. Her ülke, bilimsel bilgi ile tecrübeyi birleştirerek bu soruya cevap bulmaya çalışıyor. Bu konuda, bir ölçüde başarı sağlandığını da belirtmek gerekiyor. Örneğin, aynı şiddetteki bir Kaliforniya depreminde neredeyse hiç kimse ölmezken, Pakistan’daki depremde binlerce insan hayatını kaybediyor.
“Eğitim şart” herkesin diline pelesenk ettiği bir modern motto haline gelmiş durumda. Doğal afetler, özellikle de deprem gündeme geldiğinde, sorunun aslında bir eğitim sorunu olduğu vurgulanıyor. Örneğin, yapıları yapan müteahhitlerin eğitimsiz olması bütün bu yaşananların asıl sebebi olarak takdim ediliyor.
Herşey usule uygun ama…
Eğitimin şart olduğunu belirtmek gerekiyor. Ama hemen ardından “Nasıl bir eğitim?” sorusunu da sormak gerekiyor. Diyelim ki, kırsal alandaki yapı stoku eğitimsiz olmanın bir sonucu. Şu halde kentlerde doğal afetlerin, bu arada depremlerin, yapı stokuna hiç zarar vermemiş olmasını beklemek gerekiyor. Ama tecrübe bunun böylem olmadığını gösteriyor.
Bir adam bütün bir birikimini bir arsaya yatırıyor. Sonra gidip mühendislere zemin etüdü yaptırıyor, mimar ve mühendislere de bir yapı projesi çizdiriyor. Sonra bu projeyi belediyeye takdim ediyor.
Belediyede çalışan mimar ve mühendisler kendilerine sunulan projeye onay veriyor. Bu onay, söz konusu projenin fenni kurallara uygun bir yapı yapılabilecek bir proje olduğuna işaret ediyor. Yetmiyor. Bu projeyi hayata aktaracak “eğitimsiz” müteahhitlerin yanlış yapabilecekleri de dikkate alınarak bir fenni mesul, bütün yapım sürecini takip ediyor. Fenni mesul görevi de genellikle inşaat mühendisleri tarafından yerine getiriliyor. Yapı bittikten sonra, ilk başta izin için başvurulan belediyenin kapısı yine çalınıyor. Daha önce projeye onay veren kişiler (mimar ve mühendisler) bu sefer yapılan yapıyı bizzat gezip görüyor ve “Evet, bu yapı projeye uygun yapılmış” diyor. Bu onay üzerine de vatandaş gidip altyapı hizmetleri için başvuru yapma hakkını elde ediyor. Ayrıca, bu yapının yapıldığı kentlerin bir de imar planının bulunduğunu ve bunların da sıradan insanlar tarafından yapılmadığını eklemek gerekiyor.
Düşündürücü olan şu ki, bütün bu sürecin bütün halkalarında görev alanlar “eğitimli” insanlar. Ama ne oluyorsa örneğin 1999 depreminde binalar yıkılıyor, hasar görüyor. Bir Allah’ın kulu da çıkıp “müteahhitler”in dışında başka birilerinin de suçlu olabileceğini sesli bir şekilde dillendirmiyor. Bir yapım sürecine katkıda bulunanlar, örneğin, ismi “…ova” diye biten bir yerleşim yerinin bir şeyleri ima ettiğini anlamıyorlar. Dört katlı, beş katlı bir binanın tamamı toprağın altına gömülüyorsa iki tane ihtimal var demektir: Ya eğitimde bir sorun var, ya da eğitilmiş insanlarda.
Her eline kalem alan, kendisine mikrofon uzatılan kimsenin yaptığı gibi burada uzun uzadıya ne yapılacağını sıralamak gereksiz. Bir yapım sürecinde yer alan meslek gruplarını, eğitimlerinin herhangi bir döneminde Türkiye’nin her tarafını karış karış gezsinler diye bir eğitim turuna çıkarmak, başlangıç olabilir. Belki o zaman, ellerindeki hazinenin kıymetini, yaptıklarının affedilmez hatalar olduğunu fark ederler.
Star, Açık Göüş, 22.08.2010