Yoksullara düzenli maaş ahlaken doğru mudur?

Kılıçdaroğlu’nun kurultay konuşmasında dile getirdiği “yoksulları asgari ücrete bağlama” formülü ile ilgili fikirlerimi son yazımda özet olarak yazdım.
Ancak gelen okur mektuplarından, bu özeti biraz açmamın iyi olacağı anlaşılıyor. Zira mesele sadece böyle bir çözümün neden mümkün olmadığı değil, aynı zamanda neden doğru olmadığı…

Aslında Kılıçdaroğlu bu projesini kurultayda ilk defa ifade etmedi. Bundan altı ay kadar önce 2010 Temmuz’unda partisinin grup toplantısında da dile getirmiş hatta bir isim koymuştu: ASKUR yani Aile Sigortası Kurumu.

15 milyon yoksula bağlanacak ayda 600 liranın aylık ve yıllık maliyetinin ne olacağını, bu büyük kara deliğin Türkiye’yi kaç ayda iflasa sürükleyeceğini toplama ve çarpma bilen herkes kendi hesap edebilir. Ayrıca aklı başında herkes, “devlet çalışmayanlara asgari ücret kadar karşılıksız maaş veriyorsa, asgari ücretle çalışanlar neden çalışmaya devam etsin ki” sorusunun cevabını da bulabilir. Bu şartlarda “uyanık” vatandaşların çalışmalarını kayıt dışına kaydırıp ASKUR’dan para almak için ne kadar yaratıcı üçkâğıtçılık yolları bulabilecekleri de kolayca tahmin edilebilir.

Ama bütün bunların dışında bir nokta var ki, bence asıl bunu tartışmamız gerekiyor: Finansal olarak mümkün olmaması bir yana, bu formül ne kadar ahlakidir? Bir ülkenin, muhtaç vatandaşlarına yapacağı desteği ne yolla yapması doğrudur? Toplum tarafından ve hayır kurumları aracılığıyla mı yoksa devlet eliyle ve maaş bağlama şeklinde mi?

Kılıçdaroğlu’nun grupta yaptığı konuşmadan sonra meselenin bu yanını tartışan bir yazı yazmıştım.

Sanırım, o yazıyı burada tekrarlamak durumundayım:

Yoksulların düzenli maaşa bağlanması fikri çok uzun bir zamandır sosyal demokrat ya da solcular tarafından hayırseverliğin alternatifi olarak savunuluyor. Kimileri buna “vatandaşlık hakkı” diyor. Bu fikri savunanlar, devletin ya da belediyelerin dar gelirli kesime çeşitli biçimlerde ve adlar altında verdiği sosyal yardımların gurur kırıcı olduğunu, böyle iane gibi para ya da yiyecek vermek yerine “sürekli ve düzenli” maaş ödenmesini öneriyorlar. Bu maaşın da bir yardım değil “hak” olduğunu savunuyorlar.

Yani bu mantığa göre, her insanın bir ülkenin vatandaşı olmaktan kaynaklanan bir vatandaşlık maaşı hakkı doğuyor.

Böylece “hak” kavramının sosyal devlet savunucuları tarafından vahim bir çarpıtmasıyla karşı karşıya geliyoruz.

Bir insanın içinde yaşadığı toplumdan (karşılığını vermeden) düzenli bir gelir talep etmesi bir hak olamaz. Açları doyurmak ne devletin ne de siyasetin görevidir. İnsanlar kendi karınlarını kendi doyurur. Üretmek de, gelir kapısı yaratmak da tek tek insanların kendi görevidir. Devlet ve siyaset sadece, herkesin çalışma ve kazanma hakkını serbestçe kullanmasının önündeki engelleri temizler. Kendi yoksullarına sahip çıkmak, yaşlısıyla, hastasıyla sahipsiz çocuğuyla toplumsal dayanışma içine girmek esas olarak toplumun işidir. Hayır yapmak tek tek bireylerin kendi kararlarıyla -kime yardım edeceklerini kendileri seçerek- gönüllü olarak yürütecekleri bir faaliyettir, öyle olmalıdır. Burada devlete düşen görev olsa olsa toplumun içinde zaten var olan dayanışma ve yardımlaşma ruhunu açığa çıkaracak formüller bulmakta yardımcı olmak, yani hayırseverlerin önünü açmaktır. Onların yerine geçmek değil!

Peki sosyal devlet savunucularının “vatandaşlık maaşı” dedikleri şeyi bir hak olarak görmesinin temelinde yatan ne? Bunun ardında toplumdaki gelir eşitsizliğini “gayriahlâkî” bir durum olarak görmeleri yatıyor.

Önce hemen belirteyim ki, dünyada açlık sınırında yaşayan insanların varlığından üzüntü duymak ve onlar için bir şeyler yapmayı istemek başkadır; bazı insanlar açlık sınırında yaşarken zenginin daha zengin olmasını “gayriahlâkî” bir durum olarak görmek başka… Gayriahlâkî bir durum olarak algılıyorsanız, zengin dünyanın yoksul dünyaya el uzatmasını “suçluların bir diyeti” olarak görürsünüz, birincisinde ise insani değerlere sahip oluşunun bir sonucu olarak… Eğer suçun diyeti olarak görüyorsanız, zenginin (yani suçlunun) yoksula (yani kurbana) el uzatmasını zorunlu kılacak mekanizmalara yönelirsiniz; diğerinde ise gönüllüğü esas alırsınız.

Unutmayalım ki eşit olmayan gelişme, kapitalizmin içinde taa başından beri vardır. Gelir dağılımı tablolarındaki eşitsizlik de öyle. Bu tablolarda ortaya çıkan farkın birkaç puan büyümesi için özünü değiştirmez. Eğer bu ahlak dışı ise insanlık yüzlerce yıldır ahlaksız bir düzen içinde yaşıyor demektir. O zaman, kapitalist kârı hırsızlık olarak gören arkaik düşünceye geri dönmüş oluruz.

Eğer bunu yapmayacaksak kabul etmek zorundayız ki, ekonomik süreçlere ekonomi dışı zorbalıklarla müdahale edilmedikçe bu süreçlerin sonunda ortaya çıkan tabloları “ahlaklı” ya da “ahlaksız” olarak nitelendirmek, bu sonuçların “suçlular”ından ya da “kurbanlar”ından söz etmek ekonominin mantığıyla çelişir. Ve ekonominin içine ahlakı zorla tepiştirmeye kalktınız mı da, ortaya çıkan şey zora dayandığı için açıkça ahlak dışı olan komuta ekonomisidir.

Bugün, 22.12.2010

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et