Çok kısa bir süre önce ilk ve orta öğretim sistemini tartıştık. Bundan sonra zorunlu eğitim 12 yıl. Ya sonra, kazanabilenler için bir sonraki durak üniversiteler. Peki, üniversiteleri, üniversitelerin tepesindeki YÖK’ü ne zaman tartışacağız?
***
Türkiye kabuğuna sığmıyor. Pek çok şeyi sorguluyor. 12 Eylül’ün oluşturmak istediği rejim de bu sorgulamadan nasibini alıyor. Ama kanaatimce henüz ciddi bir eleştiriye tâbi tutulmayan bir kurum var: YÖK.
Gerçi Ak Parti, hatırlanacağı üzere, iktidara geleli daha birkaç ay olmuşken YÖK’ü ve üniversiteleri de ilgilendiren düzenlemelere gidebileceğinin sinyallerini vermiş, o zamanki YÖK ve üniversite rektörleri, buna şiddetle karşı çıkmıştı. Ama siyasî iktidar, bundan sonra bir daha YÖK’e dair köklü bir reform çabasıyla toplumun karşısına çıkmadı.
***
Bu arada, YÖK Başkanı ve YÖK Üyeleri değişti. Üniversitelerin önemlice bir bölümüne ya iktidara yakın ya da iktidarla kavgalı olmayan isimler rektör olarak atandı. İktidar, YÖK’ü ve üniversitelerin kendi için bir “ayak bağı” olmadığı kanaatinde artık. Bu özgüven o kadar üst seviyede ki, meselâ, önümüzdeki dönemde 50’ye yakın üniversitede rektörlük seçimleri yapılacak, buralardaki atamalarda eskisi gibi ikinci ve üçüncü sıralardan atamalar yapılmayacağı ifade ediliyor.
Artık YÖK’ün de, Cumhurbaşkanımızın da üniversitelerin tercihlerine müdahale etmeyecekleri konuşuluyor. Buraya gelinmiş olmasında, iktidarın %50 oy almasının büyük payının olduğu anlaşılıyor. İktidarın, “Kim gelirse gelsin, artık bana muhalefet edecek bir rektör olamaz”, dahası, “Öne çıkan rektör adaylarının Türkiye’nin ortalama sağ seçmen profilinin dışında olması ihtimal dışı” noktasına geldiği görülüyor. En azından, benim edindiğim izlenim bu.
***
Ankara kulislerindeki bu bilgiler, üniversitelerdeki rektörlük seçimlerinin bundan sonra daha demokratik olacağı intibaını uyandırabilir bizde. Oysa sorun, sadece Ankara’yla ilgili değil ki. Meselâ, rektörlük seçimlerinde sadece öğretim üyeleri oy kullanabiliyor. Üniversitelerin yükünü çeken asistanlar ve idari personelin oy kullanma hakkı yok. Seçimler, adil bir ortamda yürümüyor.
İkinci dönem seçime giden rektör, ikinci dönemi garantileyecek atamalarla seçime gitmiş oluyor zaten. Diğer adaylar, daha baştan bir sıfır yenik başlıyor. Arızi örnekler de çıkmıyor değil. Üniversiteyi kendi malı gibi gören ve kendinden sonraki dönemi de dizayn etmeye çalışan, bir bakıma, üçüncü dönem rektörlüğe soyunanlar olabiliyor. Seçimlerden sonra “bize oy verdi, oy vermedi” üzerinden bir “ötekileştirme” süreci işliyor. Bu ötekileştirme bazen açık, bazen de oldukça “rafine” ayrımcılıkları beraberinde getiriyor.
***
Velhasıl: Türkiye’nin en az sorgulanan kurumu yani üniversiteler, YÖK’ü, rektörleri, öğretim üyeleri ve çalışanlarıyla masaya yatırılmayı bekliyor. Hem de acilen.
Benim bir önerim var mı? Elbette var. “Özel üniversite” açılmasına izin vermek, bir başlangıç olabilir, meselâ. “Vakıf üniversiteleri var” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Komik olmayalım, lütfen. Kendi rektörünü, kendi dekanını atayamayan, istediği kadar öğrenci alamayan, istediği programı açamayan üniversiteye siz özel üniversite mi diyorsunuz?
Olma ihtimali yok, ama yine de köklü bir öneri olarak şunu da eklemeliyim: Bütün üniversiteleri özel sektöre devretmek. İşte o zaman, bugün el üstünde tutulan pek çok öğretim üyesi –belki buna ben de dâhil olacağım- bir gün bile üniversitede tutulmayacak. Niye mi? Şundan: Bu sistemde, meselâ bir profesör, otuz sene hiçbir şey üretmeden maaş almaya devam edebiliyor. Kimse de ona, “Sen ne yapıyorsun kardeşim” diye soramıyor.
Ya YÖK’ü ne yapacağız? Üniversitelerin özel olduğu bir yükseköğretim sisteminde YÖK’e de gerek kalmayacak. Artık, “Kahrolsun YÖK” sloganları da tarihe karışacak.
Rota Haber, 18.05.2012